EVRENDEKİ MÜKEMMEL DENGE
O, biri diğeriyle ‘tam bir uyum’ içinde yedi gök
yaratmış olandır. Rahman’ın yaratmasında hiçbir ‘çelişki ve uygunsuzluk’
göremezsin. İşte gözü(nü) çevirip-gezdir; herhangi bir çatlaklık
(bozukluk ve çarpıklık) görüyor musun? Sonra gözünü iki kere daha
çevirip-gezdir; o göz umudunu kesmiş bir halde bitkin olarak sana
dönecektir. (Mülk Suresi, 3-4)
Evrendeki milyarlarca yıldız ve galaksi mükemmel bir
uyum içinde kendileri için tespit edilmiş yörüngelerinde hareket
ederler. Yıldızlar, gezegenler ve uydular hem kendi etraflarında, hem de
bağlı oldukları sistemlerle birlikte dönerler. Hatta bazen içinde
200-300 milyar yıldız bulunan galaksiler birbirlerinin içinden geçip
giderler. Bu geçişte, evrendeki büyük düzeni bozacak herhangi bir
çarpışma olmaz.
Evrende hız kavramı, Dünya ölçüleriyle
karşılaştırıldığında kavranması güç boyutlardadır. Milyarlarca,
trilyonlarca ton ağırlığındaki yıldızlar, gezegenler ve sayısal
değerleri ancak matematikçilerin anlayabileceği büyüklükteki galaksiler
ve galaksi kümeleri uzay içinde olağanüstü bir süratle hareket ederler.
Örneğin, Dünya saatte 1.670 km hızla kendi ekseni
çevresinde döner. Bugün en hızlı merminin saatte ortalama 1.800 km’lik
bir sürate sahip olduğu düşünülürse, Dünya’nın dev boyutlarına rağmen
süratinin ne denli büyük olduğu anlaşılır.
Dünya’nın Güneş etrafındaki hızı ise merminin yaklaşık
60 katıdır: Saatte 108.000 km. (Böylesine büyük bir süratle yol alabilen
bir araç yapılabilseydi, Dünya’nın çevresini 22 dakikada dolaşacaktı.)
Verdiğimiz bu sayılar sadece Dünya içindir. Güneş Sistemi ise daha da
ilginçtir. Bu sistemin sürati mantık sınırlarını zorlayacak derecede
yüksektir. Evrende sistemler büyüdükçe sürat artar. Güneş Sistemi’nin
galaksi merkezi etrafındaki dönüş sürati, saatte tam 720.000 km’dir.
Yaklaşık 200 milyar yıldızı bünyesinde bulunduran “Samanyolu
Galaksisi”nin uzay içindeki hızı ise saatte 950.000 km’dir.
Kuşkusuz ki böylesine karmaşık ve hızlı bir sistem içinde dev kazaların oluşma ihtimali son derece yüksektir. Ancak böyle bir durum olmaz ve biz yaşamımızı güven içinde sürdürürüz. Çünkü evrendeki herşey Allah’ın koyduğu kusursuz dengeye göre işlemektedir. İşte bu sebeple ayette bildirildiği gibi tüm bu sistem içinde hiçbir “çelişki ve uygunsuzluk” yoktur.
Kuşkusuz ki böylesine karmaşık ve hızlı bir sistem içinde dev kazaların oluşma ihtimali son derece yüksektir. Ancak böyle bir durum olmaz ve biz yaşamımızı güven içinde sürdürürüz. Çünkü evrendeki herşey Allah’ın koyduğu kusursuz dengeye göre işlemektedir. İşte bu sebeple ayette bildirildiği gibi tüm bu sistem içinde hiçbir “çelişki ve uygunsuzluk” yoktur.
O, biri diğeriyle ‘tam bir uyum’ (mutabakat) içinde yedi
gök yaratmış olandır. Rahman (olan Allah)ın yaratmasında hiçbir
‘çelişki ve uygunsuzluk’ (tefavüt) göremezsin. İşte gözü(nü)
çevirip-gezdir; herhangi bir çatlaklık (bozukluk ve çarpıklık) görüyor
musun? Sonra gözünü iki kere daha çevirip-gezdir; o göz (uyumsuzluk
bulmaktan) umudunu kesmiş bir halde bitkin olarak sana dönecektir. (Mülk
Suresi, 3-4)
BIGBANG’DEKİ HASSAS ÖLÇÜ
Big Bang kavramını duymuş olan ancak konuyu fazla
incelemeyen kimseler, evreni başlatan bu patlamanın ardında olağanüstü
bir hesaplama olduğunu pek düşünmezler. Çünkü “patlama” kavramı, adı
üstünde, insana düzen, hesap, plan gibi kavramları çağrıştırmaz. Oysa
Big Bang’de akıllara durgunluk verecek kadar hassas bir düzenleme
vardır.
Bu düzenlemenin bir boyutu, patlamanın hızıdır. Big
Bang’le birlikte var olan madde, elbette etrafa korkunç bir hızla
yayılmaya başlamıştır. Ama burada bir noktaya dikkat etmek gerekir.
Patlamanın bu ilk anında, bir de şiddetli bir çekim gücü vardır. Evrenin
tümünü bir noktada toplayabilecek kadar büyük bir çekimdir bu.
Dolayısıyla Big Bang’in ilk anında birbirine zıt olan
iki güçten söz etmek gerekir: Patlamanın gücü ve bu patlamaya direnen,
maddeyi yeniden bir araya toplamaya çalışan çekim gücü. Bu iki güç
arasında bir denge oluştuğu için evren ortaya çıktı. Eğer ilk anda çekim
gücü patlama gücüne baskın çıksa, o zaman evren genişleyemeden tekrar
içine çökecekti. Eğer bunun tersi gerçekleşse ve patlama gücü çok fazla
olsa, bu kez de madde birbiriyle bir daha asla birleşmeyecek şekilde
savrulacaktı.
Peki bu denge ne kadar hassastı? İki güç arasında ne kadarlık bir oranda farklılığa izin verilebilirdi?
Stephen Hawking, her ne kadar evrenin kökenini rastlantılarla açıklamaya çalışsa da, Zamanın Kısa Tarihi isimli eserinde evrenin genişleme hızındaki bu olağanüstü dengeyi şöyle kabul eder:
Stephen Hawking, her ne kadar evrenin kökenini rastlantılarla açıklamaya çalışsa da, Zamanın Kısa Tarihi isimli eserinde evrenin genişleme hızındaki bu olağanüstü dengeyi şöyle kabul eder:
“Evrenin genişleme hızı o kadar kritik bir noktadadır
ki, Big Bang’ten sonraki birinci saniyede bu oran eğer yüz bin milyon
kere milyonda bir daha küçük olsaydı evren şimdiki durumuna gelmeden
içine çökerdi.”
Peki bu denli olağanüstü bir denge neyi göstermektedir?
Elbette böyle hassas bir ayarlama tesadüfle açıklanamaz ve bilinçli bir
tasarımı ispat eder. Paul Davies, gerçekte materyalist yaklaşımı
benimseyen bir fizikçi olmasına karşın, bu gerçeği şöyle kabul
etmektedir:
“Çok küçük sayısal değişikliklere hassas olan evrenin şu
andaki yapısının, çok dikkatli bir bilinç tarafından ortaya
çıkarıldığına karşı çıkmak çok zordur… Doğanın en temel dengelerindeki
hassas sayısal dengeler, kozmik bir tasarımın varlığını kabul etmek için
oldukça güçlü bir delildir.”
EVRENDEKİ DÖRT KUVVET
Gözle görülmeyecek kadar küçük parçacıkların nasıl olup
da bir boşlukta düzenlenerek atomu oluşturabildikleri önemli bir
sorudur. Bu parçacıklar, atomu çok özel bir tasarım ile meydana
getirmektedirler. Bu tasarımın en önemli özelliklerinden biri,
parçaların birbirlerini itmelerini ve çekmelerini sağlayan temel
kuvvetlerin varlığıdır. Bu temel kuvvetler, atmosfer basıncından
dünyanın yörüngesine kadar evrendeki tüm hassas dengeleri kontrol altına
aldıkları gibi, atomu oluşturan parçacıklar üzerinde de etkilidirler.
Bu dört temel kuvvet; Güçlü Nükleer Kuvvet, Zayıf Nükleer Kuvvet,
Yerçekimi Kuvveti ve Elektromanyetik Kuvvet’tir.
|
Evrendeki tüm dengeleri kontrol altına alan dört temel kuvvet, öylesine hassas bir orana sahiptir ki, bu orandaki küçük bir değişiklik, canlılığın yok olmasına sebep olabilir. Hassas orandaki küçük bir bozulma, gezegenlerin birbirleriyle çarpışıp birer toz bulutu haline gelmesine ve dolayısıyla evrenin silinip gitmesine neden olabilir. |
Bu kuvvetler, birbirlerinden olağanüstü derecede farklı
değerlere sahiptirler. Eğer tüm bu kuvvetlerin birbirlerine olan
oranlarını ortak bir birim kullanarak ifade etmek istersek şöyle
yazmamız gerekir:
Güçlü nükleer kuvvet : 15
Zayıf nükleer kuvvet : 7.03 x 10-3
Yerçekimi kuvveti : 5.90 x 10-39
Elektromanyetik kuvvet : 3.05 x 10-12
Güçlü nükleer kuvvet : 15
Zayıf nükleer kuvvet : 7.03 x 10-3
Yerçekimi kuvveti : 5.90 x 10-39
Elektromanyetik kuvvet : 3.05 x 10-12
Bu kuvvetler öylesine hassas bir orana sahiptirler ki,
bu orandaki en küçük bir değişiklik, canlılığın yok olmasına,
gezegenlerin birbirleriyle çarpışıp birer toz bulutu haline gelmesine ve
dolayısıyla evrenin silinip gitmesine neden olabilir. Örneğin Yerçekimi Kuvveti biraz
farklı olsa, yıldızların sabit konumu etkilenecek, yıldızlar ya
birbirlerinden uzaklaşarak uzay boşluğunda başıboş dolaşacaklar ya da
birbirlerine gitgide yakınlaşarak çarpışacaklardır. Dört temel kuvvet,
devasa boyutlar için olduğu kadar en güçlü mikroskoplar altında bile
zorlukla görülebilen mikro alemler için de denge sağlayacak kusursuz
oranlarla yaratılmışlardır. Her bir kuvvet, evrende üstlendiği görevi
yerine getirebilmek için planlanmış özel bir tasarımın ürünüdür. Bu
tasarım ise, en küçükten en büyüğe kadar her varlığı kusursuzca yaratan
Allah’a aittir. Allah, yerde ve gökte en küçükten en büyüğe kadar
herşeyin bilgisine sahip olduğunu bir ayette şöyle bildirmektedir:
… Göklerde ve yerde zerre ağırlığınca hiçbir şey
O’ndan uzak (saklı) kalmaz. Bundan daha küçük olanı da, daha büyük
olanı da, istisnasız, mutlaka apaçık bir kitapta (yazılı)dır. (Sebe
Suresi, 3)
Bu kuvvetlerden Güçlü Nükleer Kuvvet,
atomun içinde son derece büyük ve önemli bir denge sağlar. Normal
şartlarda atomun içinde protonların birbirlerini itmeleri ve mümkün
olduğunca birbirlerinden uzaklaşmaları gerekmektedir. Çünkü protonlar
artı yüklüdürler ve aynı yükler birbirlerini daima iterler. Ancak
evrende var olan Güçlü Nükleer Kuvvet sayesinde protonlar, yüksüz olan
nötronlarla birlikte çekirdekte birbirlerine kenetlenmiş haldedir. Bir
başka deyişle Güçlü Nükleer Kuvvet, protonları birarada tutarak atomun
merkezindeki çekirdeği oluşturur. Bu gücün şiddetini anlayabilmek için
atom bombasının meydana getirdiği etkiyi düşünmek yeterlidir. Bu bomba,
atom çekirdeğine bir parçacık -genellikle nötron-, fırlatılması ile
çekirdeğin parçalanması sonucunda oluşmaktadır. Çekirdek
parçalandığında, çekirdekteki proton ve nötronları birarada tutan kuvvet
açığa çıkmakta, karşısına çıkan her canlıyı “kül” haline getiren ve
radyoaktif etkisi yıllarca devam eden benzersiz bir güç oluşmaktadır.
Bu, sadece, gözle görülmeyen bir atomun içine gizlenmiş olan ve
karşısındaki insanları aciz ve savunmasız bırakan bir kuvvettir.
Çekirdeğe etki eden söz konusu Güçlü Nükleer Kuvvet öylesine dengelidir
ki, evrenin oluşumundan beri maddenin var olması ve aynı zamanda bir
denge içinde varlığını sürdürmesi için en uygun değere sahiptir. Eğer
söz konusu kuvvet biraz daha güçlü olsaydı proton ve nötronlar
birbirlerinin içine geçerlerdi. Eğer biraz daha az olsaydı, bu
parçacıklar birbirlerinden ayrılıp uzaklaşırlardı. Bu durumda canlı veya
cansız varlıklardan, Dünya, Güneş veya evrenden kuşkusuz söz
edilemezdi.
Atomları kararlı ve dengeli bir yapıda tutmaya yarayan bir diğer güç ise Zayıf Nükleer Kuvvet‘tir.
Özellikle içinde fazla sayıda nötron ve proton olan atomlar için önemli
olan bu kuvvet, atomun içinde bir nötronun protona dönüşmesi gibi bir
durumda atomun parçalanmasını engellemektedir. Bu son derece önemli bir
önlemdir, çünkü hatırlanacağı gibi atomun parçalanmasının anlamı bir
atom bombasının oluşmasına neden olan gücün açığa çıkmasıdır. Bazı
atomlarda kontrolsüzce meydana gelebilecek bu durum büyük bir tehlikedir
ve Zayıf Nükleer Kuvvet’in etkisi sonucunda ortadan kalkmaktadır.
Atomun içinde Güçlü ve Zayıf Nükleer Kuvvetler’in,
proton veya nötron kadar etki etmediği bir parçacık vardır: Elektron.
Elektronun diğer parçacıklar kadar etkilenmemesinin nedeni diğerlerine
göre çok daha küçük olmasıdır. Elektronların, çekirdeğin çevresindeki
yörüngelerinden ayrılmadan dönmelerinin nedeni, onlara etki eden Elektromanyetik Kuvvet‘tir.
Elektron, sahip olduğu eksi elektrik yükü nedeni ile, artı yüklü
çekirdeğin çevresinde hiç durmadan döner. Dönüşü sırasında ortaya çıkan
merkez kaç kuvveti, Elektromanyetik Kuvvet ile dengelenir ve böylece
elektron yörüngede kalır. Elektromanyetik Kuvvet’in hassas değeri ise
elektronların çekirdeğe yapışmalarını veya çekirdekten tamamen
uzaklaşmalarını engellemektedir.
Eğer bu değerler biraz farklı olsalardı ne olurdu?
Protonlar çekirdekte birarada durmaz, elektronlar etrafa
dağılır ve evrende tek bir tane bile atom olmazdı. Tüm evren,
radyasyondan ibaret olurdu. Yıldızlar, gezegenler ve insanlar var
olamazdı.
Örneğin şu anda eğer bedeninizi oluşturan atomların Güçlü Nükleer Kuvvet’i birazcık olsun zayıflasa, vücudunuz bir anda tuzla buz olur. Bunun için sadece “binde birlik” bir oynama bile fazlasıyla yeterlidir.
EVRENDEKİ BOŞLUKLAR NİÇİN VAR?Örneğin şu anda eğer bedeninizi oluşturan atomların Güçlü Nükleer Kuvvet’i birazcık olsun zayıflasa, vücudunuz bir anda tuzla buz olur. Bunun için sadece “binde birlik” bir oynama bile fazlasıyla yeterlidir.
Bu incelemeye, önce evrenin ne kadar büyük olduğuna bakarak başlayalım.
Dünya gezegeni, bildiğimiz gibi Güneş Sistemi’nin bir
parçasıdır. Bu sistem, evrenin içindeki diğer yıldızlara göre orta-küçük
bir yıldız olan Güneş’in etrafında dönmekte olan dokuz gezegenden ve
onların elli dört uydusundan oluşur. Dünya, sistemde Güneş’e en yakın
üçüncü gezegendir.
Önce bu sistemin büyüklüğünü kavramaya çalışalım.
Güneş’in çapı, Dünya’nın çapının 103 katı kadardır. Bunu bir benzetmeyle
açıklayalım; eğer çapı 12.200 km. olan Dünya’yı bir misket büyüklüğüne
getirirsek, Güneş de bildiğimiz futbol toplarının iki katı kadar
büyüklükte yuvarlak bir küre haline gelir. Ama asıl ilginç olan, aradaki
mesafedir. Gerçeklere uygun bir model kurmamız için, misket
büyüklüğündeki Dünya ile top büyüklüğündeki Güneş’in arasını yaklaşık
280 metre yapmamız gerekir. Güneş Sistemi’nin en dışında bulunan
gezegenleri ise kilometrelerce öteye taşımamız gerekecektir.
Ancak bu kadar dev bir boyuta sahip olan Güneş Sistemi,
içinde bulunduğu Samanyolu galaksisine oranla oldukça mütevazıdır. Çünkü
Samanyolu galaksisinin içinde, Güneş gibi ve çoğu ondan daha büyük
olmak üzere yaklaşık 250 milyar yıldız vardır. Bu yıldızların içinde
Güneş’e en yakın olanı Alpha Centauri’dir. Eğer Alpha Centauri’yi az
önce yaptığımız ölçeğe, yani Dünya’nın misket büyüklüğünde olduğu ve
Güneş ile Dünya’nın arasının 280 metre tuttuğu ölçeğe yerleştirirsek,
onu Güneş’in 78 bin kilometre uzağına koymamız gerekir!
Modeli biraz daha küçültelim. Dünya’yı gözle zor görülen
bir toz zerresi kadar yapalım. O zaman Güneş ceviz büyüklüğünde olacak
ve Dünya’ya üç metre mesafede yer alacaktır. Bu ölçek içinde Alpha
Centauri’yi ise Güneş’ten 640 kilometre uzağa koymamız gerekir.
Samanyolu galaksisi, işte aralarında bu denli inanılmaz
mesafeler bulunan 250 milyar yıldızı barındırır. Spiral şeklindeki bu
galaksinin kollarının birisinde, bizim Güneşimiz yer almaktadır.
Ancak ilginç olan, Samanyolu galaksisinin de uzayın geneli düşünüldüğünde çok “küçük” bir yer oluşudur. Çünkü uzayda başka galaksiler de vardır, hem de tahminlere göre, yaklaşık 300 milyar kadar!… Bu galaksilerin arasındaki boşluklar ise, Güneş ile Alpha Centauri arasındaki boşluğun milyonlarca katı kadardır.
Ancak ilginç olan, Samanyolu galaksisinin de uzayın geneli düşünüldüğünde çok “küçük” bir yer oluşudur. Çünkü uzayda başka galaksiler de vardır, hem de tahminlere göre, yaklaşık 300 milyar kadar!… Bu galaksilerin arasındaki boşluklar ise, Güneş ile Alpha Centauri arasındaki boşluğun milyonlarca katı kadardır.
George Greenstein, bu akıl almaz büyüklükle ilgili, The Symbiotic Universe (Simbiyotik Evren) adlı kitabında şöyle yazar:
“Eğer yıldızlar birbirlerine biraz daha yakın olsalar,
astrofizik çok da farklı olmazdı. Yıldızlarda, nebulalarda ve diğer gök
cisimlerinde süregiden temel fiziksel işlemlerde hiçbir değişim
gerçekleşmezdi. Uzak bir noktadan bakıldığında, galaksimizin görünüşü de
şimdikiyle aynı olurdu. Tek fark, gece çimler üzerine uzanıp da
izlediğim gökyüzünde çok daha fazla sayıda yıldız bulunması olurdu. Ama
pardon, evet; bir fark daha olurdu: Bu manzarayı seyredecek olan “ben”
olmazdım… Uzaydaki bu devasa boşluk, bizim varlığımızın bir ön şartıdır.”
Greenstein, bunun nedenini de açıklar; uzaydaki büyük
boşluklar, bazı fiziksel değişkenlerin tam insan yaşamına uygun biçimde
şekillenmesini sağlamaktadır. Ayrıca Dünya’nın, uzay boşluğunda gezinen
dev gök cisimleriyle çarpışmasını engelleyen etken de, evrendeki gök
cisimlerinin arasının bu denli büyük boşluklarla dolu oluşudur.
Kısacası evrendeki gök cisimlerinin dağılımı, insanın
yaşamı için tam olması gereken yapıdadır. Dev boşluklar, amaçsız yere
ortaya çıkmamışlardır; amaçlı bir yaratılışın sonucudurlar.
PROTONLAR VE ELEKTRONLAR
Atomun içindeki önemli dengelerden biri de, atom
çekirdeği ile dışındaki elektronlar arasındaki dengedir. Elektronların,
çekirdeğin etrafında sürekli olarak döndüklerini biliyoruz. Bunun
nedeni, elektrik yüküdür. Bütün elektronlar eksi (-) elektrik yükü ile
yüklüdürler, bütün protonlar ise artı (+) yüküyle. Ve fiziksel olarak
zıt kutuplar birbirini çeker, aynı kutuplar birbirini iter. Dolayısıyla
atomun çekirdeğindeki artı yükü, elektronları kendine doğru çeker. Bu
nedenle elektronlar, hızlarının kendilerine verdiği merkez-kaç gücüne
rağmen, çekirdeğin etrafından ayrılmazlar.
Atomların bu elektriksel yükle ilgili olarak çok önemli
bir de dengeleri vardır. Merkezde ne kadar proton varsa, atomun dışında
da o kadar elektron olur. Örneğin oksijen atomunun
merkezinde 8 protonu vardır ve dolayısıyla 8 tane de elektronu bulunur. Bu sayede atomların elektriksel yükü dengelenir.
Bunlar çok temel kimya bilgileridir. Ancak bu bilgiler içinde çoğu kimsenin dikkat etmediği bir nokta vardır: Proton, elektrondan çok daha büyüktür. Protonun hacmi de, kütlesi de, elektrondan çok daha fazladır. Eğer bir büyüklük karşılaştırması yapmak gerekirse, aralarındaki fark, bir insanla bir fındık arasındaki fark gibidir. Yani elektronla protonun pek “dengeli” bir fiziksel yapıları yoktur.Ama elektrik yükleri aynı!Biri artı elektrik yüküne, öteki eksi elektrik yüküne sahiptir, ama bu yüklerin şiddeti birbiriyle tamamen eşittir. Oysa bunu zorlayan hiçbir neden yoktur. Aksine, fiziksel olarak beklenmesi gereken durum, elektronun elektrik yükünün çok daha az olmasıdır.
Bunlar çok temel kimya bilgileridir. Ancak bu bilgiler içinde çoğu kimsenin dikkat etmediği bir nokta vardır: Proton, elektrondan çok daha büyüktür. Protonun hacmi de, kütlesi de, elektrondan çok daha fazladır. Eğer bir büyüklük karşılaştırması yapmak gerekirse, aralarındaki fark, bir insanla bir fındık arasındaki fark gibidir. Yani elektronla protonun pek “dengeli” bir fiziksel yapıları yoktur.Ama elektrik yükleri aynı!Biri artı elektrik yüküne, öteki eksi elektrik yüküne sahiptir, ama bu yüklerin şiddeti birbiriyle tamamen eşittir. Oysa bunu zorlayan hiçbir neden yoktur. Aksine, fiziksel olarak beklenmesi gereken durum, elektronun elektrik yükünün çok daha az olmasıdır.
Peki acaba durum böyle olsaydı, yani proton ve elektronun elektriksel yükleri eşit olmasaydı ne olurdu?
Bu durumda evrendeki tüm atomlar, protondaki fazla artı
elektrik nedeniyle, artı elektrik yüküne sahip olacaklardı. Bunun
sonucunda da evrendeki her atom birbirini itecekti. Acaba bu durum şu an
gerçekleşse ne olur? Evrendeki atomların her biri birbirini itse neler
yaşanır?Yaşanacak olan şeyler çok olağandışıdır. Öncelikle sizin
bedeninizde yaşanacak olan değişikliklerle başlayalım. Atomlardaki bu
değişiklik oluştuğu anda, elleriniz ve kollarınız bir anda paramparça
olurlar. Sadece elleriniz ve kollarınız değil, gövdeniz, bacaklarınız,
başınız, gözleriniz, dişleriniz, kısaca vücudunuzun her parçası bir anda
havaya uçar. İçinde oturduğunuz oda, pencereden gözüken dış dünya da
bir anda havaya uçar. Yeryüzündeki tüm denizler, dağlar, Güneş
Sistemi’ndeki tüm gezegenler ve evrendeki bütün gök cisimleri aynı anda
sonsuz parçaya ayrılıp yok olurlar. Ve bir daha da evrende hiçbir gözle
görülür cisim var olmaz. Evren dediğimiz şey, sürekli olarak
birbirlerini iten atomların karmaşasından ibaret olur.
Peki acaba bu mutlak felaketin yaşanması için, elektron
ve protonun elektrik yüklerinde ne kadarlık bir dengesizlik oluşması
gerekir? Yüzde bir farklılık olsa yine de bu felaket yaşanır mı? Yoksa
kritik sınır binde bir midir? George Greenstein, The Symbiotic Universe
(Simbiyotik Evren) adlı kitabında bu konuda şunları söyler:
Eğer iki elektrik yükü 100 milyarda bir oranında bile
farklılaşsaydı, bu, insanlar, taşlar gibi küçük cisimlerin
parçalanmasına yetecekti. Dünya ve Güneş gibi daha büyük cisimler
içinse, bu denge daha hassastır. Gök cisimlerinin ihtiyaç duyacakları
denge, milyar kere milyarda birlik bir dengedir.
Her tasarım, bilinçli bir “tasarlayıcı”nın varlığını ispatlar. Tüm evreni yoktan var edip, sonra da onu dilediği biçimde tasarlayıp düzenleyen yegane kudret ise, elbette ki Kuran’daki ifadeyle “tüm alemlerin Rabbi” olan Allah’tır. Kuran’da belirtildiği gibi, Allah, göğü bina etmiş, sonra ona belli bir düzen vermiştir. (Naziat Suresi, 27-28)
Her tasarım, bilinçli bir “tasarlayıcı”nın varlığını ispatlar. Tüm evreni yoktan var edip, sonra da onu dilediği biçimde tasarlayıp düzenleyen yegane kudret ise, elbette ki Kuran’daki ifadeyle “tüm alemlerin Rabbi” olan Allah’tır. Kuran’da belirtildiği gibi, Allah, göğü bina etmiş, sonra ona belli bir düzen vermiştir. (Naziat Suresi, 27-28)
Evrendeki cisimlerin üstte incelediğimiz olağanüstü
dengeler sayesinde kararlı bir şekilde durmaları ise, Allah’ın
yaratışındaki kusursuzluğu gösteren bir delildir. Kuran’da bildirilmiş
olduğu gibi, “Göğün ve yerin O’nun emriyle durması da, O’nun
ayetlerindendir”. (Rum Suresi, 25)
GÜNEŞ SİSTEMİ
Güneş Sistemi’nin yapısını incelediğimizde, yine büyük
bir denge ile karşılaşırız. Gezegenleri dondurucu soğukluktaki dış uzaya
savrulmaktan koruyan etki, Güneş’in “çekim gücü” ile gezegenin
“merkez-kaç kuvveti” arasındaki dengedir. Güneş sahip olduğu büyük çekim
gücü nedeniyle tüm gezegenleri çeker, onlar da dönmelerinin verdiği
merkez-kaç kuvveti sayesinde bu çekimden kurtulurlar.
Güneş sahip olduğu büyük çekim gücü nedeniyle tüm
gezegenleri kendine çeker. Onlar da dönmelerinin verdiği merkez-kaç
kuvveti sayesinde bu çekimden etkilenmezler. Ancak;
-
Eğer gezegenlerin dönüş hızları biraz daha yavaş olsaydı, o zaman bu gezegenler hızla Güneş’e doğru çekilirler ve sonunda Güneş tarafından büyük bir patlamayla yutulurlardı.
-
Eğer gezegenler daha hızlı dönseler, bu sefer de Güneş’in gücü onları tutmaya yetmeyecek ve gezegenler dış uzaya savrulacaklardı. Oysa çok hassas olan bu denge her an her saniye kusursuz bir biçimde işlemektedir.
Merkez Kaç Kuvvetinde Her Gezegen İçin Ayrı Ölçü
Güneş sistemindeki gezegenlerin Güneş’e olan uzaklıkları çok
farklıdır. Dahası, kütleleri çok farklıdır. Bu nedenle, hepsinin ayrı
dönüş hızları vardır. Ancak tüm bu ayrıntılar, yaşanan kusursuz düzende
herhangi bir aksaklığa yol açmaz. Çünkü merkez-kaç kuvveti her gezegenin
kütlesine, Güneş’ten uzaklığına ve dönüş hızına paralel olarak ayrı
ayrı yaratılmıştır. Dolayısıyla gezegenler, kendilerine özel yaratılmış
olan bu kuvvet sayesinde hem Güneş tarafından yutulmamış hem de uzaya
savrulmamış olur.|
Ne Güneş’in Ay’a erişip-yetişmesi gerekir, ne de gecenin gündüzün önüne geçmesi.
Her biri bir yörüngede yüzüp gitmektedirler. (Yasin Suresi, 40) |
Bu arada söz konusu dengenin her gezegen için ayrı ayrı
kurulmuş olduğuna da dikkat etmek gerekir. Çünkü gezegenlerin Güneş’e
olan uzaklıkları çok farklıdır. Dahası, kütleleri çok farklıdır. Bu
nedenle, hepsi için ayrı dönüş hızlarının belirlenmesi lazımdır ki,
Güneş’e yapışmaktan ya da Güneş’ten uzaklaşıp uzaya savrulmaktan
kurtulsunlar.
Materyalist astronomi anlayışı, Güneş Sistemi’nin
kökeninin doğal fiziksel süreçlerle açıklanabileceğini, yani bu sistemin
kendiliğinden ve tesadüfen oluşabileceğini öne sürer. Ancak son 300
yıldır bu konuda ortaya atılan tüm farklı teoriler birer spekülasyondan
ileri gidememiştir. Güneş Sistemi’nin kökeni, materyalist bir bakış
açısıyla, açıklanamayan bir sır konumundadır.
Güneş Sistemi’ndeki olağanüstü hassas dengeyi keşfeden
Kepler, Galilei gibi astronomlar ise, bu sistemin çok açık bir tasarımı
gösterdiğini ve Allah’ın evrene olan hakimiyetinin ispatı olduğunu
belirtmişlerdir. Güneş Sistemi’nin yapısı hakkında önemli keşiflerde
bulunan-ve “yaşamış en büyük bilimadamı” sayılan-Isaac Newton ise şöyle
yazmıştır:
Güneş’ten, gezegenlerden ve kuyruklu
yıldızlardan oluşan bu çok hassas sistem, sadece akıl ve güç sahibi bir
Varlık’ın amacından ve hakimiyetinden kaynaklanabilir… O, bunların
hepsini yönetmektedir ve bu egemenliği dolayısıyladır ki O’na, “Üstün
Kuvvet Sahibi Rab” denir. Michael A.
Corey, God and the New Cosmology: The Anthropic Design Argument,
Maryland: Rowman & Littlefield Publishers, Inc., 1993, s. 259
KUSURSUZ yörünGELER
Gök cisimlerinin yörüngelerinden en ufak bir sapmanın
bile sistemi altüst edecek kadar önemli sonuçlar doğurabileceği
hesaplanmıştır. Örneğin Dünya yörüngesinde, normalden fazla veya eksik 3
milimetrelik bir sapma bakın nelere yol açabilirdi:
“Dünya güneş çevresinde dönerken öyle bir yörünge çizer
ki, her 18 milde doğru bir çizgiden ancak 2.8 mm ayrılır. Dünyanın
çizdiği bu yörünge kıl payı şaşmaz. Yörüngeden 3 mm’lik bir sapma bile
büyük felaketler doğururdu: sapma 2.8 yerine 2.5 olsaydı yörünge çok
geniş olurdu ve hepimiz donardık, sapma 3.1 mm olsaydı hepimiz
kavrularak ölürdük.” (Bilim ve Teknik Dergisi, Temmuz 1983)
Evrendeki tüm cisimlerin böyle bir uyum içinde
yörüngelerine sadık kalarak hareket etmeleri, ortada muhakkak kontrollü
bir sistemin var olduğunu hissettirir. Böyle büyük bir sistemin başıboş
işlemesi mümkün değildir.
ATMOSFERDEKİ ORANLAR
Dünya’nın atmosferi, yaşam için gerekli son derece özel
şartların biraraya gelmesiyle tasarlanmış olağanüstü bir karışımdır.
Dünya atmosferi, % 77 azot, % 21 oksijen ve % 1 oranında karbondioksit
ve argon gibi diğer gazların karışımından oluşur.
Şu anda atmosferde bulunan oksijenin oranı, yani yüzde
21, yaşamın güvenliği için aşılmaması gereken sınırların tam ideal
noktasındadır. Yüzde 21′in üzerine artan her yüzde birlik oksijen oranı,
bir yıldırımın orman yangını başlatma olasılığını % 70 artıracaktır.
Atmosferdeki oksijen oranının dengede kalması da,
mükemmel bir “geri dönüşüm” sistemi sayesinde gerçekleşir. Hayvanlar
devamlı olarak oksijen tüketirler ve kendileri için zehirli olan
karbondioksiti üretirler. Bitkiler ise bu işlemin tam tersini
gerçekleştirir ve karbondioksiti hayat verici oksijene çevirerek
canlılığın devamını sağlarlar. Her gün bitkiler tarafından milyarlarca
ton oksijen bu şekilde üretilerek atmosfere salınır.
Bu iki canlı grubu, yani bitkiler ve hayvanlar, eğer
aynı reaksiyonu gerçekleştirselerdi, Dünya çok kısa sürede yaşanılmaz
bir gezegene dönüşürdü. Örneğin hem hayvanlar hem de bitkiler oksijen
üretselerdi, atmosfer kısa sürede “yanıcı” bir özellik kazanır ve en
ufak bir kıvılcım dev yangınlar çıkarırdı. Sonunda da Dünya dev bir “tüp
patlaması”yla yanarak kavrulurdu.
Öte yandan eğer hem bitkiler hem de hayvanlar
karbondioksit üretselerdi, bu kez atmosferdeki oksijen hızla tükenir ve
bir süre sonra canlılar nefes almalarına rağmen “boğularak” toplu halde
ölmeye başlarlardı.
Bu kadar hassas dengelerin olduğu dünyamızda Allah
canlılığın dengesini öylesine kusursuz bir sistemle kurmuştur ki,
atmosferdeki oksijen oranı canlılık için en ideal olan orandadır. Bu
oran, Lovelock’ın ifadesiyle “tehlikenin ve yararın çok iyi bir biçimde
dengelendiği bir rakam”dır.
Atmosferdeki gazların karışımı yaşayan canlılar için çok
hassas bir dengededir; her bir gaz doğru oranda ve doğru miktarda
bulunur. Örneğin bizler için zararlı olan karbondioksit bile aslında çok
çok önemlidir. Zira bu gaz Güneş’ten gelen ışınlardan bir kısmının
yeryüzünden yansıyıp uzaya kaçmalarına engel olur ve böylece Dünya’nın
sıcaklığının korunmasını sağlar.
Atmosferdeki bu karbondioksitin Dünya’nın ortalama yüzey
ısısını 35 °C yükselttiği tespit edilmiştir. Bu demektir ki, eğer
atmosferdeki bu karbondioksit olmasaydı, Dünyamızın ortalama ısısı 14 °C
değil, -21 °C olacaktı. Bu durumda bütün okyanuslar donacak ve Dünyada
yaşam imkansız hale gelecekti.
“O Allah ki, yaratandır, (en güzel bir biçimde)
kusursuzca var edendir, ‘şekil ve suret’ verendir. En güzel isimler
O’nundur. Göklerde ve yerde olanların tümü O’nu tesbih etmektedir. O,
Aziz, Hakimdir.” ( Haşr Suresi,24)
MUCİZE GEZEGEN DÜNYA-
Güneş Sistemi’ndeki tüm komşularının aksine, Dünya yaşam dolu bir gezegendir. Gökyüzünde, karada ve denizlerde son derecede uyumlu bir yaşam dengesi vardır. Birbirlerinden çok farklı yapılara, renklere ve özelliklere sahip milyonlarca hayvan, bitki, böcek veya deniz canlısı, bu özel gezegen üzerinde hep birlikte yaşam sürer.
-
Diğer gezegenlerdeki ortam, Dünya’da var olan şartlardan yalnızca birinin dahi olmaması durumunda her şeyin nasıl farklı olduğunu görmek için yeterlidir. Dünyamız, atmosferinden yeryüzü şekillerine, elementlerinden Güneş’e olan mesafesine kadar her türlü dengesiyle, tamamen yaşam için özel olarak yaratılmıştır. Bu sistemin devamı için her an, evrenin her noktasında ayrı bir mucize gerçekleşmektedir.
-
Dünya üzerindeki canlılığın yaratılışı kadar devamlılığının sağlanması da büyük bir mucizedir. Bu devamlılık, yaşam için ayarlanmış çok özel koşullarla sağlanmıştır. Bu özel koşullardaki çok küçük değişiklikler bile dünyada büyük felaketlere yol açabilir. Fakat Dünya mucizevi bir biçimde, üzerinde var olan tüm canlılığı koruyup gözetecek hassaslıkta pek çok özellikle yaratılmıştır. Bütün bunlar sayesinde tüm komşularının aksine Dünya’da olağanüstü güzel bir yaşam alanı sunulmuştur. Dünyanın bu kusursuz yaratılışı Allah’ın insanlara çok büyük bir lütfudur. Allah yeryüzünü, canlıların varlığı ve faydası için özel olarak yaratıp hazırladığını pek çok ayette bildirmektedir. Bu ayetlerden bazıları şöyledir: “Ki (Rabbim), yeryüzünü sizin için bir beşik kıldı, onda sizin için yollar döşedi ve gökten su indirdi; böylelikle bununla her tür bitkiden çiftler çıkardık. Yiyin ve hayvanlarınızı otlatın. Şüphesiz, bunda sağduyu sahipleri için elbette ayetler vardır. “ (Taha Suresi, 53-54)
Son astronomik bulgular, sistemdeki diğer gezegenlerin varlığının, Dünya’nın güvenliği ve yörüngesi için büyük önem taşıdığını göstermiştir. Jüpiter’in konumu buna bir örnektir. Güneş Sistemi’nin en büyük gezegeni olan Jüpiter, varlığıyla aslında Dünya’nın dengesini sağlamaktadır. Astrofizik hesaplamalar, Jüpiter’in bulunduğu yörüngedeki varlığının, sistemdeki Dünya gibi diğer gezegenlerin yörüngelerinin istikrarlı olmasını sağladığını ortaya çıkarmıştır.
Jüpiter’in Dünya’yı koruyucu ikinci bir işlevini ise,
gezegen bilimci George Wetherill “Jüpiter Ne Kadar Özel” adlı bir
makalede şöyle açıklar:
Jüpiter’in bulunduğu yerde eğer bu büyüklükte bir gezegen var olmasaydı, Dünya, gezegenler arası boşlukta gezinen meteorlara ve kuyrukluyıldızlara yaklaşık bin kat daha fazla hedef olurdu… Eğer Jüpiter olduğu yerde olmasaydı, şu anda biz de Güneş Sistemi’nin kökenini araştırmak için var olamazdık.
Jüpiter’in bulunduğu yerde eğer bu büyüklükte bir gezegen var olmasaydı, Dünya, gezegenler arası boşlukta gezinen meteorlara ve kuyrukluyıldızlara yaklaşık bin kat daha fazla hedef olurdu… Eğer Jüpiter olduğu yerde olmasaydı, şu anda biz de Güneş Sistemi’nin kökenini araştırmak için var olamazdık.
Kısacası Güneş Sistemi’nin yapısı, insan için özel bir tasarıma sahiptir.
Biraz
daha ileri gidelim ve Güneş Sistemi’nin evren içindeki yerinden söz
edelim. Güneş Sistemi başta da belirttiğimiz gibi Samanyolu galaksisinin
merkezinde değil, dev kollarından birinin kıyısında yer almaktadır.
Acaba bu bizim için nasıl bir avantajdır? Michael Denton, Nature’s
Destiny (Doğanın Kaderi) adlı kitabında bu konuda şöyle yazar:
Son derece çarpıcı olan bir başka gerçek, evrenin sadece
bizim varlığımıza ve biyolojik ihtiyaçlarımıza olağanüstü derecede
uygun olması değil, aynı zamanda bizim onu anlamamıza da son derece
uygun olmasıdır… Güneş Sistemimiz’in bir galaktik kolun kıyısında
bulunması, bizim geceleri gökyüzünü inceleyerek uzak galaksileri
görebilmemizi ve evrenin genel yapısı hakkında bilgi sahibi olmamızı
sağlamaktadır. Eğer bir galaksinin merkezinde yer alsaydık, hiçbir zaman
bir spiral galaksinin yapısını gözlemleyemez ya da evrenin yapısı
hakkında bir fikir sahibi olamazdık.
Bir başka deyişle, evrenin fiziksel yasaları gibi Dünya’nın uzaydaki konumu da, bu evrenin insan yaşamı için tasarlanmış olduğunu gösteren kanıtlar içermektedir.
Bir başka deyişle, evrenin fiziksel yasaları gibi Dünya’nın uzaydaki konumu da, bu evrenin insan yaşamı için tasarlanmış olduğunu gösteren kanıtlar içermektedir.
Kimi insanların bunu kavrayamamalarının nedeni, samimi
ve ön yargısız bir biçimde düşünememeleridir. Oysa samimi olarak düşünen
her akıl sahibi insan, evrende hiçbir şeyin amaçsız ve başıboş
olmadığını, ”Biz gökyüzünü, yeryüzünü ve ikisi arasında bulunan şeyleri batıl olarak yaratmadık. Bu, inkâr edenlerin zannıdır…” ayetiyle bildirildiği gibi, Allah tarafından insan için yaratılmış ve düzenlenmiş olduğunu anlar. (Sad Suresi, 27)
Üzerinde yaşadığımız mavi gezegen, Allah tarafından
bizim yaşamımız için özel olarak düzenlenmiş, Kuran’da ifade edildiği
gibi Allah tarafından insan için “serilip-döşenmiştir“. (Naziat Suresi, 30) Allah’ın Dünya’yı insan için yarattığını bildiren diğer bazı ayetler ise şöyledir:
Allah, yeryüzünü sizin için bir karar, gökyüzünü bir bina kıldı; sizi suretlendirdi, suretinizi de en güzel (bir biçim ve incelikte) kıldı ve size güzel-temiz şeylerden rızık verdi. İşte sizin Rabbiniz Allah budur. Alemlerin Rabbi Allah ne yücedir. (Mümin Suresi, 64)
Allah, yeryüzünü sizin için bir karar, gökyüzünü bir bina kıldı; sizi suretlendirdi, suretinizi de en güzel (bir biçim ve incelikte) kıldı ve size güzel-temiz şeylerden rızık verdi. İşte sizin Rabbiniz Allah budur. Alemlerin Rabbi Allah ne yücedir. (Mümin Suresi, 64)
Sizin için, yeryüzüne boyun eğdiren O’dur. Şu halde onun
omuzlarında yürüyün ve O’nun rızkından yiyin. Sonunda gidiş O’nadır.
(Mülk Suresi, 15)
DÜNYA HER SANİYE KORUMA ALTINDA
Şu anda atmosferin üst tabakalarında bir meteor yağmuru yaşandığını biliyor muydunuz?
Çoğu zaman farkında olunmasa da Dünyamızı çevreleyen atmosfer sayesinde her an büyük felaketlerden korunmaktayız.-
Saniyede ortalama 40 kilometre hızla Dünyamıza yönelen meteorlar, atmosfere girdikten sonra sürtünme etkisiyle yanmaya başlar. Bu ‘kozmik bombalar’ doğal bir kalkan görevi gören atmosfer sayesinde bize ulaşmadan eritilir.
-
İstatistiklere göre yılda ortalama 50.000 meteor atmosfer tarafından bu şekilde zararsız hale getirilir.
-
Esas büyük tehlikeyi, dev göktaşları oluşturur. Bunlardan herhangi birinin Dünya’ya düşmesi durumunda büyük bir felaket yaşanabilir. Her yıl Dünyamıza yönelen 10.000 tondan fazla göktaşı, atmosfere girdiğinde sürtünmenin etkisiyle erimekte ve bu sayede Dünya’daki canlılar için hayati tehlike oluşmamaktadır. Kuşkusuz bu, Allah’ın ‘Rahman’ ve ‘Rahim’ sıfatlarının bir tecellisidir. Bu gerçek bir ayette şöyle bildirilmiştir: “Gökyüzünü korunmuş bir tavan kıldık; onlar ise bunun ayetlerinden yüz çeviriyorlar. “ (Enbiya Suresi, 32)
Dünya’nın yaşam için en gerekli şartları, ilk bakışta,
ısısı ve atmosferidir. Mavi gezegen, canlıların, özellikle de bizim gibi
son derece kompleks canlı varlıkların yaşayabileceği bir ısı değerine
ve soluyabileceği bir atmosfere sahiptir. Ancak bu iki etken de,
birbirinden son derece farklı faktörlerin her birinin ideal değerlerde
belirlenmesiyle gerçekleşmiştir.
Bunlardan birisi, Dünya’nın Güneş’e olan uzaklığıdır. Elbette ki Dünya Güneş’e Venüs kadar yakın ya da Jüpiter kadar uzak olsaydı, yaşama imkan verecek bir ısı değerine sahip olamazdı. Karbon bazlı organik moleküller, az önce belirttiğimiz gibi, 120°C ile -20°C arasında değişen bir ısı aralığında oluşabilirler. Güneş Sistemi’nde bu ısı değerine sahip olan yegane gezegen ise Dünya’dır.
Bunlardan birisi, Dünya’nın Güneş’e olan uzaklığıdır. Elbette ki Dünya Güneş’e Venüs kadar yakın ya da Jüpiter kadar uzak olsaydı, yaşama imkan verecek bir ısı değerine sahip olamazdı. Karbon bazlı organik moleküller, az önce belirttiğimiz gibi, 120°C ile -20°C arasında değişen bir ısı aralığında oluşabilirler. Güneş Sistemi’nde bu ısı değerine sahip olan yegane gezegen ise Dünya’dır.
|
|
||
|
Dünya, bilinen tüm gökcisimlerinin aksine, yaşama
elverişli bir atmosfere, ısıya ve yüzeye sahiptir. Güneş Sistemi’ndeki
diğer 63 gök cisminden hiçbirinde yaşamın temel şartı olan su yoktur.
Dünya’da ise yüzeyin dörtte üçü suyla kaplıdır.
|
||
Tüm evren düşünüldüğünde ise, hayat için gerekli olan bu
ısı aralığının, gerçekte elde edilmesi çok zor bir aralık olduğunu
görürüz. Çünkü evrenin içindeki ısılar, en sıcak yıldızların içindeki
milyarlarca derecelik korkunç sıcaklıklardan, “mutlak sıfır” noktası
olan – 273.15°C’ye kadar değişebilmektedir. Bu dev ısı yelpazesi içinde
karbon-temelli bir hayata izin veren ısı aralığı, çok dar bir aralıktır.
AmaDünya, tam bu ısı aralığına sahiptir.
Amerikalı jeologlar Frank Press ve Raymond Siever de,
Dünya yüzeyinin ısısına dikkat çekerler. Belirttiklerine göre “yaşam
sadece çok sınırlı bir ısı aralığında mümkündür… ve bu ısı aralığı
Güneş’in ısısı ile mutlak sıfır arasındaki muhtemel ısıların yaklaşık %
1′lik bir bölümünü oluşturmaktadır. Dünya’nın ısısı, tam bu dar
aralıktadır.”
Bu ısı aralığının korunması, elbette Güneş ile Dünya
arasındaki mesafe kadar, Güneş’in yaydığı ısı enerjisi ile de yakından
ilişkilidir. Hesaplara göre Dünya’ya ulaşan Güneş enerjisindeki %10′luk
bir azalma yeryüzünün metrelerce kalınlıkta bir buzul tabakası ile
örtülmesiyle sonuçlanacaktır. Enerjinin biraz artması halinde ise tüm
canlılar kavrularak öleceklerdir.
|
|
Dünya’nın ideal olan ısısının, gezegen içinde dengeli
olarak dağıtımı da son derece önemlidir. Nitekim bu dengenin sağlanması
için çok özel bazı tedbirler alınmıştır.
Örneğin, Dünya’nın ekseninin 23°27´lık eğimi,
kutuplarla ekvator arasındaki atmosferin oluşmasında engel
oluşturabilecek aşırı sıcaklığı önler. Eğer bu eğim olmasaydı, kutup
bölgeleriyle ekvator arasındaki sıcaklık farkı çok daha artacak ve
yaşanabilir bir atmosferin var olması imkansızlaşacaktı.
Dünya’nın kendi etrafındaki yüksek dönüş hızı da ısının
dengeli dağılımına yardımcı olur. Dünya sadece 24 saatlik bir süre
içinde kendi etrafını dolaşır ve bu sayede geceler ve gündüzler kısa
sürer. Kısa sürdükleri için de gece ile gündüz arasındaki ısı farkı çok
azdır. Bu dengenin önemi, bir günü bir yılından daha uzun süren ve bu
yüzden gece-gündüz arasındaki ısı farkı 1000°C’yi bulan Merkür ile
karşılaştırıldığında görülebilir.
Yeryüzünün şekilleri de ısının dengeli dağılımına
yardımcı olur. Dünya’nın ekvatoru ile kutupları arasında yaklaşık
100°C’lik bir ısı farkı vardır. Eğer böyle bir ısı farkı fazla engebesi
olmayan bir yüzeyde gerçekleşmiş olsaydı, hızı saatte 1000 km’ye varan
fırtınalar Dünya’yı allak bullak ederdi. Oysa ki yeryüzü, ısı farkından
dolayı ortaya çıkması muhtemel kuvvetli hava akımlarını bloke edecek
engebelerle donatılmıştır. Bu engebeler, yani sıradağlar, Çin’de
Himalayalar’la başlar, Anadolu’da Toroslarla devam eder ve Avrupa’da
Alplere kadar sıradağlar halinde uzanarak batıda Atlas Okyanusu, doğuda
Büyük Okyanus’la birleşir. Okyanuslarda ise ekvatorda oluşan fazla ısı,
sıvıların ısı farkını dereceli bir şekilde dengelemesi sayesinde kuzeye
ve güneye doğru aktarılır.
Bu arada Dünya’nın atmosferinde ısıyı sürekli dengeleyen
birtakım otomatik sistemler de vardır. Örneğin bir bölge çok fazla
ısındığında su buharlaşması artar ve bulutlar çoğalır. Bu bulutlar ise
Güneş’ten gelen ışınların bir kısmını geri yansıtarak aşağıdaki havanın
ve yüzeyin daha fazla ısınmasını engeller.
YERKÜRENİN KÜTLESİ VE MANYETİK ALANI
Dünya’nın Güneş’e olan mesafesi, dönüş hızı ya da
yeryüzü şekilleri kadar, büyüklüğü de önemlidir. Dünyamız’ı, Dünya’nın
kütlesinin sadece % 8′i kadar bir kütleye sahip olan Merkür’le, ya da
Dünya’dan 318 kat daha büyük bir kütleye sahip olan Jüpiter’le
karşılaştırdığımızda, gezegenlerin çok farklı büyüklüklere sahip
olabileceklerini görürüz. Peki acaba bu kadar farklı büyüklükteki
gezegenler içinde, Dünyamız’ın büyüklüğü tesadüfen mi belirlenmiştir?
Hayır! Yerkürenin özelliklerini incelediğimizde,
üzerinde yaşadığımız bu gök cisminin tam olması gerektiği büyüklükte
olduğunu görürüz. Amerikalı jeologlar Press ve Siever, Dünya’nın bu
yönden “uygunluğu” hakkında şu bilgileri verirler:
Dünya’nın büyüklüğü tam olması gerektiği kadardır. Daha
küçük olsa yerçekimi çok zayıflayacak ve atmosferi Dünya’nın etrafında
tutamayacaktı, daha büyük olsaydı bu kez de yerçekimi çok artacak ve
bazı zehirli gazları da tutarak atmosferi öldürücü hale getirecekti…
Dünya’nın kütlesinin yanısıra, iç yapısı da yaşam için
özel bir tasarıma sahiptir. Bu iç yapıdaki tabakalar sayesinde, Dünya
bir manyetik alana sahiptir ve bu manyetik alan yaşamın korunması için
çok önemlidir. Press ve Siever bu konuyu şöyle açıklarlar:
Dünya’nın çekirdeği ise çok büyük bir hassasiyetle
dengelenmiş ve radyoaktivite tarafından beslenen bir ısı motorudur… Eğer
bu motor daha yavaş çalışsaydı, kıtalar şu anki yapılarına
ulaşamazlardı… Demir hiçbir zaman erimez ve merkezdeki sıvı çekirdeğe
inmezdi ve böylece Dünya’nın manyetik alanı hiçbir zaman oluşmazdı… Eğer
Dünya’nın daha fazla radyoaktif yakıtı olsaydı ve dolayısıyla daha
hızlı bir ısı motoru bulunsaydı, volkanik bulutlar Güneş’i kapatacak
kadar kalın olur, atmosfer aşırı derecede yoğun hale gelir ve Dünya
yüzeyi de hemen her gün volkanik patlamalar ve depremlerle sarsılırdı.
|
Dünya’nın merkezinde bir tür ıısı motoru vardır. Bu öylesine kusursuz bir biçimde ayarlanmıştır ki, hem Dünyayı koruyan manyetik alanı oluşturacak kadar güçlü, hem de yerkabuğunu lavlara boğmadan taşıyacak kadar dengelidir. |
Press ve Siever’ın sözünü ettikleri manyetik alan,
yaşamımız için büyük öneme sahiptir. Bu manyetik alan, yukarıda
belirtildiği gibi, yerkürenin çekirdeğinin yapısından kaynaklanır.
Çekirdek, demir ve nikel gibi manyetik özelliği olan ağır elementleri
içerir. İç çekirdek katı, dış çekirdek ise sıvı haldedir. Çekirdeğin bu
iki katmanı birbiri etrafında hareket eder. Bu hareket ağır metaller
üzerinde bir çeşit mıknatıslanma etkisi yaparak bir manyetik alan
oluşturur. Atmosferin çok daha dışına kadar uzanan bu alan sayesinde
Dünya, uzaydan gelebilecek olan tehlikelere karşı korunmuş olur. Güneş
dışındaki yıldızlardan kaynaklanan öldürücü kozmik ışınlar, Dünya’nın
etrafındaki bu koruyucu kalkanı geçemezler. Özelikle de Dünya’nın on
binlerce kilometre uzağında manyetik halkalar çizen Van Allen Kuşakları,
Dünya’yı bu öldürücü enerjiden korur.
Söz konusu plazma bulutlarının, kimi zaman Hiroşima’ya
atılan gibi 100 milyar atom bombasına eş değer olduğu hesaplanmıştır.
Aynı şekilde kozmik ışınlar da çok şiddetli olabilirler. Ama Dünya’nın
manyetik alanı, tüm bu öldürücü ışınların sadece % 0.1′ni geçirmekte ve
kalan bu binde birlik ışınlar da atmosfer tarafından emilmektedir. Bu
manyetik alanı üretmek için kullanılan elektrik enerjisi bir milyar
amperlik bir akımdır ki, insanlığın tüm tarihi boyunca ürettiği elektrik
enerjisinin toplamına yakındır.
Eğer Dünya’nın bu manyetik kalkanı olmasa, yeryüzündeki
yaşam sık sık öldürücü ışınlarla tahrip edilecek, belki de hiç var
olmayacaktı. Ama Press ve Sevier’in belirttiği gibi, yerkürenin
çekirdeği tam olması gerektiği gibi olduğu için, Dünya bu şekilde
korunur.
Bir başka deyişle, gökyüzünde, Kuran’daki “gökyüzünü korunmuş bir tavan kıldık; onlar ise bunun ayetlerinden yüz çeviriyorlar” ayetiyle (Enbiya Suresi, 32) dikkat çekildiği gibi, bizler için kurulmuş özel bir koruyucu kalkan vardır.
IŞIK-ATMOSFER UYUMUBir başka deyişle, gökyüzünde, Kuran’daki “gökyüzünü korunmuş bir tavan kıldık; onlar ise bunun ayetlerinden yüz çeviriyorlar” ayetiyle (Enbiya Suresi, 32) dikkat çekildiği gibi, bizler için kurulmuş özel bir koruyucu kalkan vardır.
Güneşten yayılan ışınlar Dünya yüzeyine ulaşabilmek
için, atmosferden geçmek zorundadırlar. Ancak atmosfer, sadece yararlı
ışınların geçişine izin veren özel bir yapıya sahiptir. İşin asıl ilginç
olan yönü ise, atmosferin bu ışınların geçişine izin vermesi değil,
sadece bu ışınların geçişine izin vermesidir. Çünkü atmosfer yaşam için
gerekli olan görülebilir ve yakın kızılötesi ışınlarını geçirirken,
yaşam için öldürücü olan diğer ışınların geçişini ise kesin biçimde
engellemektedir. Bu ise, Güneş dışı kaynaklardan Dünya’ya ulaşan kozmik
ışınlara karşı çok önemli bir “süzgeç” oluşturmaktadır.
Buradaki tasarımın inceliğini görmemek mümkün değildir.
Güneş 1025′te 1 ihtimalin arasından sadece bize yararlı olan ışınları
yollamakta, atmosfer de zaten sadece bu ışınları geçirmektedir.
(Güneş’in yolladığı çok az orandaki yakın morötesi ışınların büyük
bölümü de, ozon tabakasına takılmaktadır.)
Konuyu daha da ilginç hale getiren bir başka nokta ise, suyun da aynı atmosfer gibi son derece seçici bir geçirgenlik özelliğine sahip olmasıdır. Su içinde yayılabilen ışınlar, sadece görülebilir ışıktır. Atmosferden geçebilen (ve ısı sağlayan) yakın kızılötesi ışınlar bile, suyun içinde sadece birkaç milimetre ilerleyebilirler. Dolayısıyla Dünya üzerindeki denizlerde, sadece yüzeydeki birkaç milimetrelik tabaka Güneş’ten gelen ışınlarla ısınır. Bu ısı daha aşağı doğru kademeli bir biçimde iletilir. Böylece belirli bir derinliğin altında, Dünya’daki tüm denizlerin ısısı birbirine çok yakındır. Bu ise deniz yaşamı için çok uygun bir ortam meydana getirmektedir.
Konuyu daha da ilginç hale getiren bir başka nokta ise, suyun da aynı atmosfer gibi son derece seçici bir geçirgenlik özelliğine sahip olmasıdır. Su içinde yayılabilen ışınlar, sadece görülebilir ışıktır. Atmosferden geçebilen (ve ısı sağlayan) yakın kızılötesi ışınlar bile, suyun içinde sadece birkaç milimetre ilerleyebilirler. Dolayısıyla Dünya üzerindeki denizlerde, sadece yüzeydeki birkaç milimetrelik tabaka Güneş’ten gelen ışınlarla ısınır. Bu ısı daha aşağı doğru kademeli bir biçimde iletilir. Böylece belirli bir derinliğin altında, Dünya’daki tüm denizlerin ısısı birbirine çok yakındır. Bu ise deniz yaşamı için çok uygun bir ortam meydana getirmektedir.
|
Su, tüm diğer ışınları kesmesine rağmen, görülebilir ışığı metrelerce derinliğe kadar geçirir. Bu sayede deniz bitkileri fotosentez yapabilirler. Eğer suyun bu özelliği olmasa, Dünya’da yaşama uygun bir ekolojik denge oluşamazdı. |
Suyla ilgili daha da ilginç bir başka nokta ise,
görülebilir ışığın farklı renklerinin de suyun içinde farklı mesafelere
kadar gidebilmesidir. Örneğin 18 metrenin altında kırmızı ışık sona
erer. Sarı ışık 100 metre kadar bir derinliğe ilerleyebilir. Yeşil ve
mavi ışık ise, 240 metreye kadar iner. Bu ise son derece önemli bir
tasarımdır. Çünkü fotosentez için gerekli olan ışık, öncelikle mavi ve
yeşil ışıktır. Suyun bu ışık rengini diğerlerinden çok daha fazla
geçirmesi sayesinde, fotosentez yapan bitkiler denizlerin 240 metre
derinliklerine kadar yaşayabilir.
Tüm bunlar çok önemli gerçeklerdir. Işıkla ilgili hangi
fiziksel kanunu incelesek, her şeyin tam yaşam için olması gerektiği
gibi olduğu ortaya çıkmaktadır. Encyclopaedia Britannica’da yer alan bir
yorum, bunun ne kadar olağanüstü bir durum olduğunu şöyle kabul
etmektedir:
Dünya’daki yaşamın farklı yönleri için görülebilir
ışığın ne kadar önem taşıdığını düşündüğümüzde, atmosfer ve suyun ışık
geçirgenliğinin bu denli dar bir alana sıkıştırılmış olduğu gerçeği
karşısında, insan kendisini şaşkınlığa düşmekten alıkoyamamaktadır.
SİZ BU SATIRLARI OKURKEN GEÇEN HER SANİYEDE :-
Ay’dan yola çıkan ışık gözünüze ulaştı.
-
Güneş’ten gelen her bir foton 300.000 km yol katetti.
-
Yağmurlarla yeryüzüne 16 milyon ton su indi.
-
Yeryüzünde 100 şimşek çaktı.
-
Dünya uzayda dev kütlesiyle 30 km. yol aldı.
-
Güneş 564 milyon ton hidrojeni 560 milyon ton helyuma çevirdi.
Kuran’da, Zuhruf Suresi’nin 11. ayetinde yağmur, “ölçü” ile inen bir su olarak şöyle tarif edilmektedir:
“O Allah ki gökten bir ölçü ile su indirir.” (Zuhruf Suresi, 11)
“O Allah ki gökten bir ölçü ile su indirir.” (Zuhruf Suresi, 11)
Gerçekten de yağmur yeryüzüne şaşmaz bir ölçü içinde
inmektedir. Yağmurun sahip olduğu ölçülerden birincisi düşüş hızıyla
ilgilidir. Yağmur damlasıyla aynı ağırlık ve büyüklükteki bir cisim 1200
metreden bırakıldığında giderek hızlanacak ve yere yaklaşık 558
km/saatlik bir hızla düşecektir. Eğer yağmur damlası da bu yükseklikten
aynı şekilde düşecek olsaydı, bu durumda tüm ekinler tahrip olacak,
yerleşim alanları, evler ve arabalar hasar görecek, insanlar gerekli
tedbirleri almadan yürüyemeyeceklerdi.
Fakat böyle bir olay hiçbir zaman yaşanmaz; yağmur
damlaları ne kadar yüksekten düşerlerse düşsünler, yeryüzüne
ulaştıklarında ortalama hızları sadece saatte 8-10 km’dir. Bunun sebebi
ise, yağmur damlasının atmosferin sürtünme etkisini artıran ve yere daha
yavaş düşmesini sağlayan bir biçime sahip olmasıdır. Eğer yağmur
damlası farklı bir şekilde olsaydı veya atmosferin sürtünme özelliği
bulunmasaydı, her yağmur yağışında yeryüzünün nasıl bir felaketle karşı
karşıya geleceğini anlamak için şu rakamlara bakmak yeterli olacaktır:
“Yağmur bulutlarının minumum yüksekliği 1200 metredir.
Bu seviyeden düşen tek bir damlanın yaptığı etki, 1 kilogramlık bir
ağırlığın 15 cm yükseklikten aşağı bırakılmasına eşittir. Ancak 10.000
metre yükseklikte de yağmur bulutları bulunabilmektedir ki, bu kez tek
bir damla, 1 kilogramlık ağırlığın 110 cm yükseklikten aşağı
bırakılmasına eşit bir etki gösterecektir.”
Diğer taraftan yeryüzünde bir saniyede 16 milyon ton su
buharlaştığı hesaplanmıştır. Bu aynı zamanda, bir saniyede Dünya’ya
yağan yağmur miktarıdır. Bir yılda bu miktar 505 trilyon tona ulaşır. Bu
da bir yılda Dünya’ya yağan yağmur miktarıdır. Yani su, sürekli bir
denge içinde, “bir ölçüye göre” dönüp durmaktadır. Yeryüzündeki hayatın
devamı da, bu su döngüsü sayesinde sağlanır. İnsan sahip olduğu tüm
teknolojik imkanları kullansa dahi bu döngüyü asla yapay olarak
gerçekleştiremez.
Eğer bu miktarda çok küçük bir değişiklik olsa bile, kısa bir zaman sonra büyük bir ekolojik dengesizlik ortaya çıkacak ve bu da hayatın sonunu getirecektir. Fakat hiçbir zaman böyle olmaz; yağmur, Kuran’da bildirildiği gibi, yeryüzüne her sene aynı miktarda inmeye devam eder.
Eğer bu miktarda çok küçük bir değişiklik olsa bile, kısa bir zaman sonra büyük bir ekolojik dengesizlik ortaya çıkacak ve bu da hayatın sonunu getirecektir. Fakat hiçbir zaman böyle olmaz; yağmur, Kuran’da bildirildiği gibi, yeryüzüne her sene aynı miktarda inmeye devam eder.
Yağmurun içerdiği ölçüler bu kadarla kalmamaktadır.
Örneğin, yağmurun indiği atmosfer katmalarında ısı, sıfırın altında
40°C’ye kadar düşmektedir. Ancak su burada asla buz kalıplarına
dönüşmez. Bunun sebebi atmosferdeki suyun “saf su” niteliğinde
olmasıdır. Bilindiği gibi saf suyun bir özelliği çok düşük ısılarda bile
donmamasıdır.
SU MUCİZESİ
Suyun sahip olduğu özellikler ve faydaları kadar,
meydana gelişi de son derece düşündürücüdür. Su, iki hidrojen atomu ve
bir oksijen atomunun birleşmesinden meydana gelir. Ama bu iki atomu su
molekülünü oluşturacak şekilde birleştirmek oldukça zordur. Hidrojen ve
oksijen atomlarını kontrollü bir ortamda veya bir tüpün içinde biraraya
getirdiğinizde bunların aniden bir su molekülüne dönüştüğünü
göremezsiniz. Yüzlerce yıl bekleseniz yine böyle bir sonuç ile
karşılaşamazsınız. Tüpün içinde su, ancak binlerce yıl sonra ve oldukça
az miktarda oluşabilir. Bu da ancak bir ihtimaldir.
Böylesine temel bir hayat kaynağını nasıl elde ederiz?
Bazı moleküllerin meydana gelebilmeleri veya değişim geçirebilmeleri
için yüksek bir enerji seviyesinin ve dolayısıyla da yüksek bir
sıcaklığın olması gerektiğinden daha önce bahsetmiştik. Su için de aynı
şey geçerlidir. Havada serbest halde dolaşan iki molekül olan Hidrojen
(H2) ve Oksijen gazının (O2) biraraya gelerek suyu oluşturabilmeleri
için çarpışmaları gerekmektedir. Çarpışma sırasında hidrojen ve oksijen
moleküllerini oluşturan bağlar zayıflar ve bu molekülleri oluşturan
atomlar yeni bir molekül olan suyu meydana getirmek üzere birleşirler.
Ancak söz konusu çarpışma ancak çok yüksek bir sıcaklıkta ve yüksek bir
enerji seviyesinde meydana gelmektedir. Şu anda yeryüzünde suyun
oluşumuna olanak sağlayacak kadar yüksek ısı yoktur. Dünyada var olan
su, dünyanın oluşumu sırasındaki yüksek sıcaklık sonucunda oluşan su
miktarıdır. Bu miktarda hiçbir zaman bir değişme olmaz.
İçtiğimiz, kullandığımız, besinlerle aldığımız su, bize
her an düzenli olarak arıtılmış şekli ile geri gelir. Çünkü su,
sıcaklıktan etkilenerek 3 farklı halde bulunabilir. Katı hale gelen su,
adeta rezerve edilmiş gibi kutuplarda dev buzullar şeklinde
saklanmaktadır. Yeryüzünde kullanılan su ise, gaz haline dünüşebildiği
için buharlaşarak havaya yükselir ve burada yeniden insanların
kullanımına sunulacak şekilde sıvı hale dönüşüp yağmur olarak yeryüzüne
düşer. Kısacası bizler, suya özel olarak verilmiş bu özellikler
sayesinde defalarca aynı suyu içer, defalarca aynı suyu kullanırız. Su,
Allah’ın dilemesi ile bizlere “arıtılmış” hali ile sürekli olarak ikram
edilir:
… Biz, gökten tertemiz su indirdik; Onunla ölü bir
beldeyi (toprağı) canlandırmak ve yarattığımız hayvanlardan ve
insanlardan birçoğunu onunla sulamak için. (Furkan Suresi, 48-49)
TEK BİR OKSİJEN ATOMU, SUYU ZEHİRE DÖNÜŞTÜREBİLİR|
Suyu oluşturan atomlar, belirli sıcaklık ve enerji seviyelerinde bir başka oksijen atomuyla birleşirler. Molekül H2O2 formülündedir ve görünürde bu küçük bir değişikliktir. Ama aslında yeni eklenen bu atom, bize hayat veren, rahatlıkla içmek için kullanabildiğimiz suyu zehirli ve yıkıcı etkilere sahip olan hidrojen peroksite dönüştürmüştür. |
Hayatımızda bu kadar büyük bir önemi olan suyu oluşturan
atomlar belirli sıcaklık ve enerji seviyelerinde bir başka oksijen
atomuyla daha birleşirler. Bu birleşme sonucunda H2O formülü H2O2 haline
gelir. Görünürde bu küçük bir değişikliktir, ancak bu küçük değişiklik
bu molekülün kimyasal özelliklerini tümüyle değiştirmeye yeter.
Rahatlıkla içip kullanabildiğimiz, hayatımızın en önemli parçası olan
su, bünyesine bir oksijen atomu aldığında hidrojen peroksit haline
gelir. Bu değişim oldukça ilginçtir, çünkü bize fayda sağlayan su, bu
değişim ile birlikte tümüyle zararlı etkilere sahip olan bir maddeye
dönüşür. Peki yeni oluşan bu madde hangi özelliklere sahiptir?
Hidrojen peroksit güçlü bir oksitleyicidir, onunla temas
eden tüm canlı bileşikleri ya yok eder ya da onlara ciddi zararlar
verir. Zehirli etkisi nedeni ile havadaki sis ve kirliliğin oluşmasında
etkilidir. Aynı zamanda güçlü kimyasal etkisi nedeni ile bir
beyazlatıcıdır da. Siyah, kahve ve kumral renklerden sorumlu olan
melanin pigmentlerini ve diğer pigmentleri okside edip yok etmektedir.
Koyu renk saçların açık renge dönüştürülmesinde bu madde
kullanılmaktadır.
Atomların biraraya gelerek çeşitli özelliklere sahip moleküller meydana getirmeleri başlıbaşına çok üstün bir sanattır. Ancak tek bir atomun, var olan bir molekülün niteliklerini tamamen değiştirmesi, onu faydalı iken zararlı hale getirmesi, onu yaşam için bir gereksinim iken zehirli bir maddeye dönüştürmesi önemli ve mucizevi bir tasarım harikasıdır. Bunun anlamı şudur; Allah dilediği takdirde, gözle görülmeyen tek bir atomu vesile ederek yepyeni sistemler, yepyeni özellikler meydana getirmektedir. Su ve hidrojen peroksit arasında küçük bir fark olmasına rağmen, oldukça büyük bir kimyasal farkın meydana gelmesi, hiçbir şekilde taklidi yapılamayacak, bir benzeri oluşturulamayacak özel bir yaratılışın hakim olduğunu göstermektedir. Bu kusursuz tasarımın açıklaması, hiçbir şekilde tesadüfler olamaz. Çünkü tek bir atom bile dengeleri değiştirmekte, moleküldeki küçücük bir farklılık tüm nitelikleri değiştirmektedir. Böyle ince bir ayrım ancak üstün bir iradenin kontrolünde olabilir ki bu irade alemlerin Rabbi olan Allah’a aittir.
SUYUN İDEAL AKIŞKANLIK DEĞERİAtomların biraraya gelerek çeşitli özelliklere sahip moleküller meydana getirmeleri başlıbaşına çok üstün bir sanattır. Ancak tek bir atomun, var olan bir molekülün niteliklerini tamamen değiştirmesi, onu faydalı iken zararlı hale getirmesi, onu yaşam için bir gereksinim iken zehirli bir maddeye dönüştürmesi önemli ve mucizevi bir tasarım harikasıdır. Bunun anlamı şudur; Allah dilediği takdirde, gözle görülmeyen tek bir atomu vesile ederek yepyeni sistemler, yepyeni özellikler meydana getirmektedir. Su ve hidrojen peroksit arasında küçük bir fark olmasına rağmen, oldukça büyük bir kimyasal farkın meydana gelmesi, hiçbir şekilde taklidi yapılamayacak, bir benzeri oluşturulamayacak özel bir yaratılışın hakim olduğunu göstermektedir. Bu kusursuz tasarımın açıklaması, hiçbir şekilde tesadüfler olamaz. Çünkü tek bir atom bile dengeleri değiştirmekte, moleküldeki küçücük bir farklılık tüm nitelikleri değiştirmektedir. Böyle ince bir ayrım ancak üstün bir iradenin kontrolünde olabilir ki bu irade alemlerin Rabbi olan Allah’a aittir.
Sıvı dendiğinde hepimizin gözünün önünde son derece
akışkan bir madde canlanır. Oysa gerçekte sıvıların akışkanlıkları
birbirinden çok farklı olabilir. Örneğin katran, gliserol, zeytin yağı
ve sülfürik asit arasındaki akışkanlık farklılıkları çok yüksektir. Bu
sıvılar su ile karşılaştırıldıklarında ise, ortaya çok daha büyük
farklar çıkar. Çünkü su, katrandan 10 milyar kat, gliserolden bin kat,
zeytin yağından yüz kat ve sülfürik asitten de 25 kat daha akışkandır.
Su, üstteki karşılaştırmadan da anlaşıldığı gibi, çok
yüksek bir akışkanlığa sahiptir. Hatta, eter ve sıvı hidrojen gibi
normal formu gaz olan maddeler bir kenara bırakılırsa, suyun tüm sıvılar
içinde akışkanlık değeri en yüksek madde olduğunu söyleyebiliriz.
Peki acaba suyun bu akışkanlık değerinin bizim için bir
önemi var mıdır? Bu hayati sıvı, biraz daha az ya da fazla akışkan olsa,
bizim için fark eder miydi? Michael Denton bu sorulara şöyle cevap
verir:
Eğer akışkanlığı daha yüksek olsaydı, su, hayat için
uygun bir temel olma özelliğini kesinlikle yitirirdi. Örneğin
akışkanlığı sıvı hidrojen kadar yüksek olsaydı, canlıların yapıları,
tahrip edici etkiler karşısında çok daha şiddetli hareketlere maruz
kalacaktı… Hassas moleküler yapıların su tarafından desteklenmesi mümkün
olmayacak, canlı hücresinin son derece hassas olan yapısı yaşamını
sürdüremeyecekti… Öte yandan, suyun akışkanlığı biraz daha az olsaydı,
(proteinler, enzimler gibi) makromoleküllerin ve özellikle mitokondri
gibi özelleşmiş yapılar ile küçük organellerin kontrollü hareketleri
imkansız hale gelecekti. Aynı şekilde hücre bölünmesi de
imkansızlaşacaktı. Hücrenin tüm yaşamsal faaliyetleri fiili olarak
donacak ve bizim bildiğimize benzer bir hücre yaşamı mümkün olmayacaktı.
Hücrelerin embriyogenez (anne rahmindeki gelişim) sırasındaki hareket
etme ve sürünme yeteneklerine bağlı olan daha yüksek organizmaların
gelişimi ise, suyun akışkanlığının çok az bile daha düşük olması
durumunda, kesinlikle gerçekleşemeyecekti.
Suyun akışkanlık değeri, sadece hücre içindeki
hareketler bakımından değil, aynı zamanda dolaşım sistemi açısından da
çok önemlidir.
Bir milimetrenin çeyrekte birinden daha büyük bir vücuda
sahip olan tüm canlılar, merkezi bir dolaşım sistemine sahiptirler.
Çünkü bu büyüklükten sonra, besinlerin ve oksijenin “difüzyon” yoluyla,
yani doğrudan hücre içindeki sıvıya bırakılıp alınarak taşınması mümkün
değildir. Vücudun içinde çok sayıda hücre vardır ve dışarıdan alınan
havanın ve enerjinin, hücrelere birtakım “kanallar” yoluyla
pompalanması, artıkların da başka birtakım “kanallar” tarafından
toplanması gereklidir. Bu kanallar, damarlardır. Kalp ise bu
damarlardaki akışı sağlayan pompadır. Damarların içinde akan şey ise,
“kan” olarak bildiğimiz sıvıdır ki, aslında temel olarak sudan oluşur.
(Kanın içindeki hücre, protein ve hormonlar çıkarıldığında geriye kalan
ve “plazma” adı verilen sıvının % 95′i sudur.)
İşte bu nedenle, suyun akışkanlığı, dolaşım sisteminin
verimli çalışabilmesi açısından çok önemlidir. Örneğin eğer suyun
akışkanlığı katranınkine benzer bir değerde olsa, elbette hiçbir kalp
bunu pompalayamayacaktır. Katranınkinden 100 milyon kat yüksek bir
akışkanlık değerine sahip olan zeytinyağına benzer bir su bile, kalp
tarafından pompalansa dahi, vücudun her tarafını kaplayan milyarlarca
kılcal damarın içine giremeyecek ya da çok büyük bir akış zorluğu ile
karşılaşacaktır.
Ancak elbette kanın bu daracık damarlar arasında tıkanmadan ve ağırlaşmadan hareket edebilmesi, suyun yüksek akışkanlığı sayesinde mümkün olmaktadır. Michael Denton, bu akışkanlığın birazcık bile daha düşük olması durumunda hiçbir kan dolaşımı sisteminin işe yaramayacağını şöyle anlatır:
Ancak elbette kanın bu daracık damarlar arasında tıkanmadan ve ağırlaşmadan hareket edebilmesi, suyun yüksek akışkanlığı sayesinde mümkün olmaktadır. Michael Denton, bu akışkanlığın birazcık bile daha düşük olması durumunda hiçbir kan dolaşımı sisteminin işe yaramayacağını şöyle anlatır:
Bir kılcal damar sistemi, ancak kanalların içine
pompalanan sıvının yüksek bir akışkanlığa sahip olması durumunda
çalışır. Yüksek akışkanlık çok önemlidir, çünkü sıvının damar içindeki
hareketi, sıvının akışkanlığına doğru orantı ile bağlıdır… Buradan
açıklıkla görmek mümkündür ki, eğer suyun akışkanlığı sadece birkaç kat
daha fazla olsa, kılcal damarlardaki kan akışı için çok büyük bir
pompalama basıncı gerekecek ve herhangi bir kılcal damar sistemi işlemez
hale gelecektir. Eğer suyun akışkanlık değeri biraz az olmuş olsa ve en
küçük kılcal damarın çapı 3 mikron yerine 10 mikron olmak zorunda
kalsa, bu kılcal damarlar, yeterli oksijen ve glikoz oranını
ulaştırabilmek için (beslemeleri gereken) kas dokusunun neredeyse
tamamını kaplayacaklardır. Açıktır ki, (bu durumda) geniş yaşam
formlarının dizaynı imkansız hale gelecek ya da olağanüstü derecede
sınırlanacaktır. Dolayısıyla, suyun hayata uygun bir temel olabilmesi
için, akışkanlığının şu anda sahip olduğu değere çok çok yakın olması,
zorunludur.
Bir başka deyişle, suyun tüm diğer özellikleri gibi
akışkanlığı da, yaşam için olabilecek en ideal değerdedir. Sıvıların
akışkanlıkları arasında milyarlarca kat farklılıklar vardır. Ama su, bu
milyarlarca farklı akışkanlık değeri içinde tam olması gereken değerle
yaratılmıştır.
SU NORMAL DAVRANSAYDI ?|
Su diğer tüm sıvıların aksine, donduğu zaman genleşir. Bu nedenle de buz, suyun üzerinde yüzer. |
Suyun yukarıdaki birinci maddede anlatılan özelliği,
Dünya üzerindeki denizler açısından çok önemlidir. Eğer bu özellik
olmasa, yani buz suyun üzerinde yüzmese, Dünya üzerindeki suyun çok
büyük bir bölümü tamamen donacak, göllerde ve denizlerde hiçbir yaşam
kalmayacaktı.
Bu gerçeği biraz detaylı olarak inceleyelim. Dünya’nın
pek çok yerinde soğuk kış günlerinde ısı 0°C’nin altına düşer. Bu soğuk
elbette denizleri ve gölleri de etkiler. Bu su kütleleri giderek
soğurlar. Soğuyan tabakalar dibe doğru çöker, daha sıcak kısımlar yüzeye
çıkar, ama bunlar da havanın etkisiyle soğur ve yine dibe doğru çöker.
Ancak bu denge sıcaklık 4°C’ye gelince birden değişir, bu kez ısının her
düşüşünde, su genleşmeye ve hafiflemeye başlar. Böylece 4°C’lik su en
altta kalır. Daha yukarıda 3°C, onun üstünde 2°C, böylece devam eder.
Suyun yüzeyi ise 0°C’ye vararak donar. Ama sadece yüzey donmuştur.
Yüzeyin altında kalan 4°C’lik bir su tabakası, balıkların ve diğer su
canlılarının yaşamlarını sürdürmeleri için yeterlidir.
(Bu arada suyun yukarıdaki beşinci maddede değindiğimiz
özelliği de çok büyük bir işlev görmektedir: Bu özellik, buzun ve karın
termal iletkenliklerinin düşük olmasıdır. Yani buz, havadaki soğuğu,
altındaki su tabakasına çok az iletir. Böylece dışarıdaki hava -50°C’yi
bulsa bile, denizin üstündeki buz tabakası bir-iki metreyi geçmez.
Foklar, penguenler ve diğer kutup hayvanları, bu sayede denizin
üstündeki buzu delip alttaki suya ulaşabilirler.)
|
Suyun üstten donma özelliği sayesinde, Dünya’daki denizler yüzeyde oluşan buz tabakalarına rağmen her zaman için sıvı olarak kalırlar. Eğer su bu “olağanüstü” özelliğe sahip olmasaydı, denizlerin tamamına yakını sürekli olarak donacak ve deniz yaşamı imkansız hale gelecekti. |
Eğer böyle olmasa ne olurdu? Su “normal” davransaydı,
tüm diğer sıvılar gibi onun da ısı kaybına paralel olarak yoğunluğu
artsaydı, yani buz suyun dibine batsaydı ne olurdu?
Bu durumda okyanuslar, denizler ve göllerde, donma
alttan başlayacaktı. Alltan başlayan donma, yüzeyde soğuğu kesecek bir
buz tabakası olmadığı için, yukarı doğru devam edecekti. Böylece
Dünya’daki göllerin, denizlerin ve okyanusların çok büyük bölümü dev
birer buz kütlesi haline gelecekti. Denizlerin yüzeyinde sadece birkaç
metrelik bir su tabakası kalacak ve hava sıcaklığı artsa bile, dipteki
buz asla çözülmeyecekti. Böyle bir Dünya’nın denizlerinde hiçbir canlı
yaşayamazdı. Denizlerin ölü olduğu bir ekolojik sistemde kara
canlılarının varlığı da mümkün olamazdı. Kısacası Dünya, eğer su
“normal” davransaydı, ölü bir gezegen olacaktı
Suyun neden “normal” davranmadığı, yani 4°C’ye kadar büzüştükten sonra neden birdenbire genleşmeye başladığı ise, hiç kimsenin cevaplayamadığı bir sorudur.
EVRENDEKİ DENGELER LİSTESİSuyun neden “normal” davranmadığı, yani 4°C’ye kadar büzüştükten sonra neden birdenbire genleşmeye başladığı ise, hiç kimsenin cevaplayamadığı bir sorudur.
Yerküreyi incelediğimizde, neredeyse bitmeyecekmiş gibi duran çok büyük “yaşam için gerekli dengeler”
listesi oluşturabiliriz. Örneğin Amerikalı astronom Hugh Ross,
Dünya’nın yaşam için uygunluğuyla ilgili bazı maddeleri şöyle
sıralamaktadır:
YERÇEKİMİ;
-Eğer daha güçlü olsaydı: Dünya atmosferi çok fazla amonyak ve metan biriktirir, bu da yaşam için çok olumsuz olurdu.
-Eğer daha zayıf olsaydı: Dünya atmosferi çok fazla su kaybeder, canlılık mümkün olmazdı.
GÜNEŞ’E UZAKLIK;
-Eğer daha fazla olsaydı: Gezegen çok soğur, atmosferdeki su döngüsü olumsuz etkilenir, gezegen buzul çağına girerdi.
-Eğer daha yakın olsaydı: Gezegen kavrulur, atmosferdeki su döngüsü olumsuz etkilenir, yaşam imkansızlaşırdı.
-Eğer daha yakın olsaydı: Gezegen kavrulur, atmosferdeki su döngüsü olumsuz etkilenir, yaşam imkansızlaşırdı.
YER KABUĞUNUN KALINLIĞI;
-Eğer daha kalın olsaydı: Atmosferden yerkabuğuna çok fazla miktarda oksijen transfer edilirdi.
-Eğer daha ince olsaydı: Hayatı imkansız kılacak kadar fazla sayıda volkanik hareket olurdu.
DÜNYA’NIN KENDİ ÇEVRESİNDEKİ DÖNME HIZI;
-Eğer daha yavaş olsaydı: Gece gündüz arası ısı farkları çok yüksek olurdu.
-Eğer daha hızlı olsaydı: Atmosfer rüzgarları çok çok büyük hızlara ulaşır, kasırgalar ve tufanlar hayatı imkansızlaştırırdı.
AY İLE DÜNYA ARASINDAKİ ÇEKİM ETKİSİ;
-Eğer daha fazla olsaydı: Ay’ın şiddetli çekiminin,
atmosfer şartları, Dünya’nın kendi eksenindeki dönüş hızı ve
okyanuslardaki gelgitler üzerinde çok sert etkileri olurdu.
-Eğer daha az olsaydı: Şiddetli iklim değişikliklerine neden olurdu.
DÜNYA’NIN MANYETİK ALANI;
-Eğer daha güçlü olsaydı: Çok sert elektromanyetik fırtınalar olurdu.
-Eğer daha zayıf olsaydı: Güneş Rüzgarı denilen ve
Güneş’ten fırlatılan zararlı partiküllere karşı Dünya’nın koruması
kalkardı. Her iki durumda da yaşam imkansız olurdu.
ALBEDO ETKİSİ (YERYÜZÜNDEN YANSIYAN GÜNEŞ IŞIĞININ, YERYÜZÜNE ULAŞAN GÜNEŞ IŞIĞINA ORANI)
-Eğer daha fazla olsaydı: Hızla buzul çağına girilirdi.
-
-
Eğer daha az olsaydı: Sera etkisi aşırı ısınmaya neden
olur, Dünya önce buzdağlarının erimesiyle sular altında kalır daha sonra
kavrulurdu.
ATMOSFERDEKİ OKSİJEN VE AZOT ORANI:
-Eğer daha fazla olsaydı: Yaşamsal fonksiyonlar olumsuz şekilde hızlanırdı.
-Eğer daha az olsaydı: Yaşamsal fonksiyonlar olumsuz şekilde yavaşlardı.
ATMOSFERDEKİ KARBONDİOKSİT VE SU ORANI:
-Eğer daha fazla olsaydı: Atmosfer çok fazla ısınırdı.
-Eğer daha az olsaydı: Atmosfer ısısı düşerdi.
OZON TABAKASININ KALINLIĞI
-Eğer daha fazla olsaydı: Yeryüzü ısısı çok düşerdi.
-Eğer daha az olsaydı: Yeryüzü aşırı ısınır, Güneş’ten gelen zararlı ultraviole ışınlarına karşı bir korumakalmazdı.
SİSMİK (DEPREM) HAREKETLERİ
-Eğer daha fazla olsaydı: Canlılar için sürekli bir yıkım olurdu.
-Eğer daha az olsaydı: Okyanus zeminindeki besinler suya
karışmaz, okyanus ve deniz yaşamı dolayısıyla bütün Dünya canlıları
olumsuz etkilenirdi. 64
Burada sayılanlar Dünya’da yaşamın oluşabilmesi ve
canlılığın devam edebilmesi için gereken, son derece hassas dengelerden
sadece birkaçıdır. Yalnızca burada sayılanlar bile evrenin ve Dünya’nın
tesadüfler sonucunda, rastgele olayların ardı ardına gelmesiyle
oluşamayacağını kesin olarak ortaya koymak için yeterlidir.
Tüm bu bilgiler, apaçık bir gerçeği bir kez daha teyit
eder niteliktedir: Tüm evreni, yıldızları, gezegenleri, dağları ve
denizleri kusursuzca yaratan, insana ve tüm canlılara hayat veren, her
şeyi yoktan var etmeye güç yetiren, yarattıklarını insanın emrine veren,
sonsuz güç ve kudret sahibi olan Allah’tır. Allah’ın bu kusursuz
yaratışı bazı Kuran ayetlerinde şöyle anlatılmaktadır:
Yaratmak bakımından siz mi daha güçsünüz yoksa gök mü?
(Allah) Onu bina etti. Boyunu yükseltti, ona belli bir düzen verdi.
Gecesini kararttı, kuşluğunu açığa-çıkardı. Bundan sonra yeryüzünü serip
döşedi. Ondan da suyunu ve otlağını çıkardı. Dağlarını dikip-oturttu;
size ve hayvanlarınıza bir yarar (meta) olmak üzere. (Naziat Suresi,
27-33)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder