CANLILARIN YARATILIŞINDAKİ UYUM
BİTKİLER VE HAYVANLAR ARASINDAKİ UYUMLU İLİŞKİ
Bundan sonra bitki için önemli olan ikinci bölüm başlamaktadır. Karıncalar binbir zahmetle tohumları yuvalarına taşımalarına rağmen sadece kabuğunu yer, etli iç kısmını bırakırlar. Bu sayede hem karınca besin elde eder, hem de bitkinin üremesini sağlayacak bölüm toprak altına girmiş olur.
Peki, karınca ve tohum arasındaki bu uyum nasıl ortaya çıkmıştır?
Karıncanın bunu bilinçli olarak yaptığı yani bitkinin üremesi için neyin gerekli olduğunu bildiği ve buna göre hareket ettiği gibi bir düşünce elbette ki mantıken kabul edilemez. Ya da karıncanın bir gün tesadüfen tohumu keşfettiği, bunu toprağın altına götürüp yediği, sonrada buradan bir bitkinin çıktığını görüp bu işlemi devam ettirdiği, çevresindeki karıncalara bunu öğrettiği, kendinden sonraki nesillere de bir şekilde bunu yapmaları gerektiğini haber verdiği gibi bir tez öne sürmek de elbette ki akılcılıktan ve bilimsellikten tamamen uzaklaşmak olacaktır. Bitkininde üremek için bu karınca türünün hoşuna gidecek özellikleri bir şekilde öğrendiği ve tohumunu bu özelliklere uygun hale getirdiği, karıncayla aynı ortamda bulunmayı ayarladığı gibi bir iddia da bilimsel açıdan hiçbir geçerliliği olmayan bir safsata olmaktan öteye gidemeyecektir.
Her iki canlı da, sahip oldukları özelliklerden haberdar olan, onları birbirlerine uyumlu yaratan Allah’ın ilhamıyla hareket etmektedirler. (Harun Yahya, Tohum Mucizesi)
GECE AVLANAN BALIKLAR İÇİN IŞIK ÜRETEN BAKTERİ

Diğer tüm canlılarda olduğu gibi insanın vücudundaki hassas sistemler de yeryüzünde aklını kullanabilen tüm varlıklara şu gerçeği göstermek için vardır: Allah birdir ve O’ndan başka Yaratıcı yoktur. Bu gerçek Kuran’da bizlere şöyle bildirilir:
İşte Rabbiniz olan Allah budur. O’ndan başka ilah yoktur. Herşeyin Yaratıcısı’dır, öyleyse O’na kulluk edin. O, herşeyin üstünde bir vekildir. (Enam Suresi, 102)
GÜNEY AMERİKA’DAN MUHTEŞEM BİR UYUM ÖRNEĞİ
BERTHOLLETIA TOHUMLARI
Güney Amerika’da yaşayan bir tür kemirici olan Agouti, bu kalın ve kokusuz kabuğun altında kendisi için bir yiyecek olduğunu bilmektedir. Agoutilerin dişleri kesici ve sivridir. Özel diş yapıları sayesinde tohumların sert kapsüllerini kolayca kırarlar. Tek bir kapsül içinde yaklaşık 20 civarında fındık bulunur. Bu da Agoutilerin bir seferde yiyeceğinden çok fazladır. Agouti, çenesine aldığı fındıkları taşır ve onları açtığı küçük deliklere yerleştirdikten sonra üstünü örter. Agoutiler bu işlemi fındıkları daha sonra yemek için yapmış olmalarına rağmen, gömdükleri fındıkların çoğunu daha sonra bulamazlar. Ve bu durum da Bertholletia ağacının işine yarar. Bu sayede ağacın filizlerinden pek çoğu toprağın içine filizlenmek üzere gömülmüş olur.
Bu canlıları tek bir yaratıcı yani Allah yaratmıştır. Doğada sayısız örnekleri olan bu uyum hiç kuşkusuz ki çok üstün bir akıl ürünüdür. Sonsuz akıl sahibi olan Allah, her iki canlıyı bu özellikleriyle birlikte yaratmıştır.
KUŞLARIN YÖN TAYİNİ





AFRİKA KUŞLARINDAKİ ÇARPICI UYUM

Tüm sürüdeki kuşların buldukları meyveleri öncelikle kendilerine ayırmaları beklenirken, bu hayvanlar kusursuz bir düzen ve disiplin içerisinde, sürünün beslenmesi için olabilecek en uygun yöntemi uygularlar. Dal üzerindeki bu sıralanışta kuşlardan hiçbiri bu düzeni bozacak bir tavır içerisinde bulunmaz. Ancak yapılan bu yardımlaşma, yine de tüm sürünün bir kerede beslenmesine olanak sağlamaz. Çünkü kuşların üzerine kondukları daldaki meyveler, genelde sürünün içerdiği sayıdan çok daha azdır. Bu yüzden kuşlar her ne kadar topladıkları meyveleri ağızdan ağıza geçirmek suretiyle birbirlerine nakletseler de, sürünün bir bölümü yeterli meyve olmadığından aç kalacaktır. Halbuki Afrika Kuşları dala her yeniden konuşlarında, dalların meyvelere yakın olan kısımlarına bu sefer sıranın en sonunda kalmış ve yeterince beslenememiş olanları konar ve dağıtım işine ilk önce onlar başlar. Bu fedakarlık örneği kuşların Allah’ın ilhamıyla hareket ettiklerinin bir delilidir.
ADIMLARINI SAYARAK YÖN BELİRLEYEN KARINCALAR
Bilim adamları, Sahra karıncalarının yuvalarından yemlerine düz bir çizgi boyunca yürümelerini sağladılar. Karıncalar yemlerine ulaştıktan, yani yemleri ile yuvaları arasındaki mesafeyi ezberledikten sonra, karıncaların yarısının ayaklarına fizyolojilerine uygun bir materyalden eklemeler yaparak bacak açış mesafelerini uzattılar. Yani karıncaların adımlarını büyüttüler.

Karıncaların diğer yarısının ise, ayakları bir operasyonla kısaltıldı. Yani adımları küçültüldü. Bacak açış mesafelerinin değiştirilmesindeki amaç, karıncaların yuvalarından çıktıkları andan itibaren öğrendikleri mesafeyi adımları ile ölçüp ölçmediklerini gözlemlemek idi.
Tekrar yuvalarına dönmek üzere bırakılan karıncalardan bacak boyları
uzun olan yani daha büyük adımlar atanlar, yuvalarının yanından geçip
gidiyordu. Bacakları kısa olup daha küçük adımlar atanlar ise henüz
yuvalarına ulaşmadan duruyordu. Ancak karıncalar zamanla yeni ayak
boylarına alıştıklarında, adım atışlarını uyarlayarak yuva-yem
mesafesini yeniden öğreniyor ve hiç yanılmadan yuvaları ve yemleri
arasında gidip geliyordu.
Bu deneyin sonucunda Ulm Üniversitesi nörobiyoloğu Harald Wolf başkanlığındaki araştırma ekibi karıncaların adımlarını saydıkları sonucuna ulaştı.
AVİZE AĞACI VE YUKA GÜVESİNİN BİRBİRİNE UYUMU

Avize ağacı güvesi topladığı çiçek tozlarını birbirine bastırıp top şekline sokar ve bunu başka bir avize ağacı çiçeğine götürür. Önce çiçeğin dibine iner ve kendi yumurtalarını bırakır. Sonra tepeciğe çıkar ve çiçek tozu topunu buraya vurarak polenlerin dökülmesini sağlar. Çünkü bir süre sonra yumurtalardan güve tırtılları çıkacak ve bu polenlerlerle beslenecektir. Ancak bu arada güve önceki bitkiden topladığı çiçek tozu topunu yeni bitkinin tepeceğine vurarak bitkinin de döllenmesini sağlamış olur. Eğer güveler olmasa avize ağaçları kendi kendilerini dölleyemezler.
Görüldüğü gibi, güvenin beslenmesi ve ağacın döllenmesi birbirine son derece uyumlu bir şekilde gerçekleşmektedir. Bu uyumu yaratan ağacın kendisi ya da güve değildir. Bir bitkinin ya da bir böceğin başka bir canlının ihtiyaçlarından haberdar olması, buna göre bir taktik belirleyerek kendi ihtiyacına bir çare bulması mümkün değildir. Çünkü bu canlılar akledemez, yöntemler bulup bunları diğer bir canlıya öğretemez. Canlılar arasında pek çok örneğini gördüğümüz bu kusursuz uyumu yaratan Allah’tır. Her iki canlı da kendilerini çok iyi tanıyan, bilen, Alemlerin Rabbi olan, herşeyden haberdar olan Allah’ın eseridir. Ve Allah’ın büyüklüğünü, yüce kudretini, kusursuz sanatını insanlara tanıtıp anlatmakla görevlidirler.
“Yedi gök, yer ve bunların içindekiler O’nu tesbih eder; O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur, ancak siz onların tesbihlerini kavramıyorsunuz. Şüphesiz O, halim olandır, bağışlayandır.” (İsra Suresi, 44)
BİTKİLERİ BÜYÜTEN UYUMLU ÇALIŞMA

AĞAÇ KABUKLARINDAKİ TASARIM

BİTKİLER VE HAYVANLAR ARASINDAKİ UYUMLU İLİŞKİ
Göklerde ve yerde bulunanlar O’nundur; hepsi O’na gönülden boyun eğmiş bulunuyorlar.” (Rum Suresi, 26)
Bazı bitkilerin üremeleri hayvanlara bağlıdır çünkü tohumları hayvanlar
tarafından taşınır. Bu dağıtım şekli hayvanlar ve bitkiler arasında
dikkat çekici bir birlikteliğin ve uyumun var olduğunu gösterir. Örnek
olarak çevresi yağlı, yenilebilir bir yapıyla kaplı olan bir tohumu ele
alalım. İlk bakışta alelade gelebilecek bu yağlı doku, gerçekte bitkinin
neslinin devamlılığı açısından çok önemli bir detaydır. Çünkü bu
özellik karıncaların söz konusu bitkiye ilgi duymasına sebep olmaktadır.
Bu bitkilerin üremesi pek çok bitkiden farklı olarak karıncalar
vasıtasıyla gerçekleşir.
Hemen her bitkide olduğu gibi bu türün tohumunun da filizlenebilmesi
için toprağın altına girmesi gerekmektedir. Ayrıca tohumun iç kısmında
bulunan ve filizlenmeyi gerçekleştirecek olan bölümünde açığa çıkması
gerekmektedir. Bitki bu ihtiyaçlarını kendi karşılayamaz ama bunları
onun için yapan karıncalar vardır. Bu bitkilerin tohumlarındaki yağlı
doku, taşıyıcı karıncalar için çok cazip bir yiyecektir. Karıncalar
bunları büyük bir istekle toplayıp yuvalarına taşırlar. Böylece ilk
aşamada bilmeden tohumu toprağın altına gömmüş olurlar.Bundan sonra bitki için önemli olan ikinci bölüm başlamaktadır. Karıncalar binbir zahmetle tohumları yuvalarına taşımalarına rağmen sadece kabuğunu yer, etli iç kısmını bırakırlar. Bu sayede hem karınca besin elde eder, hem de bitkinin üremesini sağlayacak bölüm toprak altına girmiş olur.
Peki, karınca ve tohum arasındaki bu uyum nasıl ortaya çıkmıştır?
Karıncanın bunu bilinçli olarak yaptığı yani bitkinin üremesi için neyin gerekli olduğunu bildiği ve buna göre hareket ettiği gibi bir düşünce elbette ki mantıken kabul edilemez. Ya da karıncanın bir gün tesadüfen tohumu keşfettiği, bunu toprağın altına götürüp yediği, sonrada buradan bir bitkinin çıktığını görüp bu işlemi devam ettirdiği, çevresindeki karıncalara bunu öğrettiği, kendinden sonraki nesillere de bir şekilde bunu yapmaları gerektiğini haber verdiği gibi bir tez öne sürmek de elbette ki akılcılıktan ve bilimsellikten tamamen uzaklaşmak olacaktır. Bitkininde üremek için bu karınca türünün hoşuna gidecek özellikleri bir şekilde öğrendiği ve tohumunu bu özelliklere uygun hale getirdiği, karıncayla aynı ortamda bulunmayı ayarladığı gibi bir iddia da bilimsel açıdan hiçbir geçerliliği olmayan bir safsata olmaktan öteye gidemeyecektir.
Her iki canlı da, sahip oldukları özelliklerden haberdar olan, onları birbirlerine uyumlu yaratan Allah’ın ilhamıyla hareket etmektedirler. (Harun Yahya, Tohum Mucizesi)
GECE AVLANAN BALIKLAR İÇİN IŞIK ÜRETEN BAKTERİ
Kısa kuyruklu mürekkepbalığı (Euprymna scolopes) ile ışık saçan bakteri (Vibrio fischeri) arasında
da karşılıklı faydaya dayalı bir ilişki vardır. Bu bakteri,
mürekkepbalığının “mantosu” altındaki girintide yaşar. Bu bölge
mürekkepbalığının ışıklı organı olarak bilinir.
Mürekkepbalığı günlerini sığ sularda kumların altında
saklanarak geçirir. Gece olup avlanmaya çıkınca ışıklı organındaki
bakteri ışık saçmaya başlar. Bu ışık, hayvanın gece ışıkları arasında
fark edilmemesini sağlar ve düşmanları tarafından seçilmesini engeller.
Bu olağanüstü yardımlaşmada karşılıklı iletişimin yanında elbette dikkat
çeken başka olağanüstü durumlar da vardır. Bakterinin, ışıklı organdaki
değişik dokuların oluşumunu nasıl etkilediğini araştıran bilim
adamları, V. Fischeri bakterisinin ışıklı organa yerleşmesi için
mürekkepbalığında özel bir dokunun bulunduğunu keşfetmişlerdir. Balık,
bakterinin kendi bedenine yerleşmesi için şekil değiştirmekte ve
böylelikle bakterinin yaşayabileceği uygun bir ortam hazırlamaktadır. Bu
canlılardaki kusursuz uyumu yaratan Allah’tır.
Yeryüzündeki tüm canlıların yaptıkları işlerden sayılarına kadar her
türlü detay, onları yaratan Allah’ın dilediği ve belirlediği şekildedir.
Canlılar üzerindeki tüm kontrolü sağlayan, onlara nerede, ne zaman ve
hangi sayıda neler yapmaları gerektiğini bilen ve yaratan Allah’tır.Diğer tüm canlılarda olduğu gibi insanın vücudundaki hassas sistemler de yeryüzünde aklını kullanabilen tüm varlıklara şu gerçeği göstermek için vardır: Allah birdir ve O’ndan başka Yaratıcı yoktur. Bu gerçek Kuran’da bizlere şöyle bildirilir:
İşte Rabbiniz olan Allah budur. O’ndan başka ilah yoktur. Herşeyin Yaratıcısı’dır, öyleyse O’na kulluk edin. O, herşeyin üstünde bir vekildir. (Enam Suresi, 102)
GÜNEY AMERİKA’DAN MUHTEŞEM BİR UYUM ÖRNEĞİ
BERTHOLLETIA TOHUMLARI
Güney Amerika’da yetişen Bertholletia ağaçlarının kapsül
içindeki tohumları, orman zemine düştükten sonra bir süre bulundukları
yerde kalır. Bunun sebebi hayvanların ilgisini çekecek hiçbir
özelliklerinin olmamasıdır. Bu tohumların kokuları yoktur, dış görünüş
olarakta dikkat çekici değiller, ayrıca kırılmaları da çok zordur. Ancak
bu ağacın üreyebilmesi için de bir şekilde tohum olarak oluşturduğu
kapsüllerin içindeki fındıkların çıkarılıp toprağın altına gömülmeleri
gereklidir.
“Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah’a ait
olmasın. Onun karar (yerleşik) yerini de geçici bulunduğu yeri de bilir.
(Bunların) Tümü apaçık bir kitapta (yazılı)dır.” (Hud Suresi,6 )Güney Amerika’da yaşayan bir tür kemirici olan Agouti, bu kalın ve kokusuz kabuğun altında kendisi için bir yiyecek olduğunu bilmektedir. Agoutilerin dişleri kesici ve sivridir. Özel diş yapıları sayesinde tohumların sert kapsüllerini kolayca kırarlar. Tek bir kapsül içinde yaklaşık 20 civarında fındık bulunur. Bu da Agoutilerin bir seferde yiyeceğinden çok fazladır. Agouti, çenesine aldığı fındıkları taşır ve onları açtığı küçük deliklere yerleştirdikten sonra üstünü örter. Agoutiler bu işlemi fındıkları daha sonra yemek için yapmış olmalarına rağmen, gömdükleri fındıkların çoğunu daha sonra bulamazlar. Ve bu durum da Bertholletia ağacının işine yarar. Bu sayede ağacın filizlerinden pek çoğu toprağın içine filizlenmek üzere gömülmüş olur.
AGOUTI
Görüldüğü gibi Agouti’nin beslenme şekli ile
Bertholletia ağaçlarının üreme şekli, birbirlerine son derece uyumludur.
Bu uyum tesadüfen ortaya çıkmış bir uyum değildir. Bu canlılar
birbirlerini tesadüfen keşfetmemişlerdir. Bertholletia ağacının şuursuz
bir tesadüfün gerçekleşmesini bekleyecek zamanı yoktur; böyle bir lükse
sahip değildir. Çünkü bu ağacın, var olduğu ilk günden itibaren
üreyebilmesi Agouti’nin varlığına bağlıdır. Bu durum bu iki canlının
birbirlerine uyumlu şekilde yaratıldıklarını bize gösterir.
Her iki canlının da tüm sistemleri birbirlerine fayda verecek şekilde
düzenlenmiştir. Ve elbette bir düzenleme varsa bir Düzenleyici de
vardır.Bu canlıları tek bir yaratıcı yani Allah yaratmıştır. Doğada sayısız örnekleri olan bu uyum hiç kuşkusuz ki çok üstün bir akıl ürünüdür. Sonsuz akıl sahibi olan Allah, her iki canlıyı bu özellikleriyle birlikte yaratmıştır.
KUŞLARIN YÖN TAYİNİ
Leylekler binlerce kilometrelik yolculuklarında
yollarını nasıl bulur? Araştırmalar, leyleklerin vücutlarında yeryüzünün
manyetik alanını algılayan özel bir sistem olduğunu ortaya çıkarmıştır.
Bu doğal pusula ile manyetik alan çizgilerini takip eder ve yön tayini
yaparlar. Ve bu sayede binlerce kilometrelik yolculuklarını hatasız
olarak tamamlar ve bir sene önceki yuvalarının yerini bulurlar.
Manyetik alan çizgilerini takip ederek göç eden
kuşlardan biri de Kar kazlarıdır. Kar kazları kuzey kutbuna yakın
bölgelerden Meksika Körfezi ‘ ne uzanan binlerce kilometrelik uzun bir
yolculuk yapar. Vücutlarındaki tasarım ve teknoloji, bir savaş uçağından
daha mükemmeldir.
KIŞ UYKUSU
Bazı canlılar soğuk havalara kış uykusuna yatarak
dayanıklılık gösterirler. Peki bu canlılar donmamayı nasıl başarırlar?
Bazı kurbağaların kış uykusu sırasında vücutlarında buz kristalleri
oluştuğu keşfedilmiştir. Bu kurbağalardan gri ağaç kurbağası ve ilkbahar
kurbağası gibi türlerin hepsi, kışları don olaylarının görüldüğü
coğrafi bölgelerde yaşarlar. Kış uykusuna yattıklarında bu canlılarda
hiçbir hayat belirtisi görülmez. Kalp atışları, nefes alışverişleri ve
kan dolaşımları tamamen durur. Buz, kurbağanın derisini, karnını ve kas
liflerini tamamen kaplar. Öyle ki aort damarı kesildiğinde dahi
kurbağalarda herhangi bir kanama olmaz, kalp ve diğer hayati organlar
soluk bir renk alır. Kol ve bacaklar sert, gözler ise pusludur.
Buzlar çözüldükten sonra görülen ilk hayat işareti ise
kalbin tekrar atmaya başlamasıdır. Hayvan ilk önce seri halde nefes alıp
verir. Ağaç kurbağası ve diğer canlılardaki en önemli özellik bol
miktarda glikoz üretebilmeleridir. Glikoz, donmuş kurbağanın vücudunda
oldukça önemli bir göreve sahiptir. Örneğin hücrelerden su çekilmesini
önler, bu sayede büzülme olayı da engellenmiş olur. Böylece kurbağanın
hücreleri bu donma olayından hiçbir zarar görmezler.
DEVEDEKİ KİMYASAL MEKANİZMA
“Hecin develeri” çöllerde hiç susuzluk çekmeden çok uzun
süre kalabilirler. Bunun nedeni, devenin hörgücünde su depolayabilmesi
değil, hörgücünde biriktirdiği yağlardır. Bu yağlar susuzluk zamanında
parçalanırlar ve bu sayede hidrojen açığa çıkar. Hidrojen, hayvanın
soluma sonucu aldığı oksijenle birleşir ve bu sayede devenin
yaşayabilmesi için gerekli su vücut içinde oluşur. Yağın suya
dönüştürülmesi ancak özel mekanizmalarla laboratuvar şartlarında elde
edilebilir. Yağın kendi kendine parçalanarak hidrojen açığa çıkarması ve
bunun oksijenle yine kendi kendine birleşerek suya dönüşmesi
imkansızdır. Bu işlemlerin hepsini gerçekleşmesi için özel mekanizmalar
gerekmektedir ve deve bu mekanizma ile yaratılmıştır.
MONARK TIRTILLARINDAKİ BAĞIŞIKLIK SİSTEMİ
Milkweedler son derece zehirli bitkilerdir.
Pekçok hayvan için öldürücü olmasına rağmen Monark kelebeklerinin
tırtılları çok şaşırtıcı bir şekilde, hiçbir önlem almadan zehirli
Milkweed bitkisiyle beslenirler. Çünkü tırtılların Milkweed’in zehirine
karşı bağışıklıkları vardır. Diğer birçok hayvan Milkweed’den kaçınarak
uzak durduğu halde Monark kelebekleri yaprakların tümünü yiyebilirler.
Ayrıca bu zehiri bir savunma aracı olarak da kullanırlar.
Monark tırtılları diğerlerinden farklı olarak
çok parlak renklere sahiptirler. Bu, düşmanları için bir uyarıdır ve
onlara tırtılların yenemeyecek özelliklerde olduklarını gösterir.
Tırtıllar kelebeklere dönüştüklerinde de bu zehir molekülleri değişmeden
ve çok güçlü bir şekilde vücutlarında kalır. Bu da Monarklara çok iyi
bir savunma sağlar.
TOHUMDAKİ KOMPLEKS YAPI
Her gün üzerine basıp geçtiğimiz kara toprağın
içinden türlü güzellikte bitkilerin çıkması büyük bir mucizedir. Bir
bitkinin Güneş’e doğru yönelmesi, bütün güç ve gayreti ile yukarıya
doğru uzamaya çalışması, bu arada dallarının kalınlaşıp su ve
mineralleri yerçekimine rağmen yukarı taşıyacak bir sisteme sahip olması
hayranlık verici bir olaydır. Bitkinin kuru dallarından taze yeşil
yaprakların çıkmasında, yaprakların arasından gözalıcı renklerde ve
eşsiz kokularda çiçeklerin belirmesinde, bunun ardından tat, koku ve
fayda açısından insan için özel yaratılmış meyvelerin oluşmasında
heyecan verici bir olağanüstülük vardır. Kendi içinde sayısız karmaşık
sisteme sahip bitkide gerçekleşen bütün bu mucizeler için ise 1-2 cm
çapındaki bir tohumun sebep kılınmış olması üstün bir sanattır.
Bir bitkiye ait olan her bilgi, onu meydana
getiren küçücük bir tohumun içinde saklıdır. Tohumlar ait oldukları
bitkinin her dalına, her yaprağına, şekillerinin nasıl olacağına, dış
kabuğunun ne renkte ve kalınlıkta olacağına, besin ve su taşıyan
borularının genişliğine, sayısına, bitkinin uzunluğuna, meyve verip
vermeyeceğine, verecekse bu meyvelerin tatlarına, kokularına,
şekillerine, renklerine dair -kısacası bir bitkiyle ilgili olabilecek-
bütün bilgilere sahiptirler. Bu, Allah’ın tek bir küçük tane içine
yerleştirdiği olağanüstü bir bilgidir.
CANLILARIN SAĞLADIĞI ÇEVRE HİZMETLERİ
Bu satırları okurken, milyonlarca türün ve sayısız
canlının sizin asla altından kalkamayacağınız işleri kusursuz şekilde
yaptığını hiç düşündünüz mü? Gerçek şu ki, en küçüğünden en büyüğüne
çeşitli organizmalar üstlendikleri görevleri başarıyla
gerçekleştirmeseler, ne siz ne de diğer canlılar var olabilirdi.
Son yıllarda canlıların
gerçekleştirdikleri bazı çevre hizmetlerinin ekonomik değerini ölçmeye
yönelik çalışmalar yapılmıştır. Bununla birlikte söz konusu hizmetlerin
çoğu paha biçilemez değerdedir. Stanford Üniversitesi’nden Taylor
Ricketts, atmosferdeki oksijen dengesini örnek vererek bu gerçeği şöyle
vurgulamaktadır:
“Biyoçeşitliliğin değeri ölçülemeyecek kadar yüksektir.
Eğer insan yaşamı bitkilerin oksijen üretimine bağlı ise, bu hizmetin
değerini ölçmek anlamsızdır.”
Oksijen Üretimi: Yaşam
için gereken unsurlardan biri olan oksijen, yeşil bitkiler ve
siyanobakteri adı verilen bakteriler tarafından sağlanır. İnsanlar,
hayvanlar ve mikroorganizmalar tarafından tüketilen oksijen, bu
canlıların gerçekleştirdiği fotosentez işlemiyle sürekli olarak yeniden
üretilir ve denge korunur. Yeşil bitkiler yılda yaklaşık olarak 500
milyon ton oksijeni havaya verirler. Atmosferdeki gazların ve
yeryüzündeki ısının dengelenmesinde, yine yeşil bitkilerin ve bazı tek
hücreli organizmaların hayati bir önemi vardır. Örneğin, doğadaki
karbondioksit miktarı bitkilerce dengelenmediği takdirde, sera etkisi
oluşur, yeryüzünün ısısı artar ve buzullarda erime meydana gelir. Bunun
sonucunda bazı bölgeler sular altında kalırken, bazıları çölleşir,
kısacası canlıların yaşamı tehlikeye girer.
|
Kelebekler, polenleri çiçeklerin erkek organlarından dişi organlarına taşıyarak bitkilerin döllenmesini sağlarlar. |
Bitkilerin Döllenmesi: Ekosistem
hizmetlerinden biri, çiçeklerin ve bitkilerin hayvanlar kanalıyla
döllenmesidir. Çiçekli bitkilerin, yaklaşık 220.000 türü başarılı bir
üreme için hayvanlara gereksinim duyarlar. Arılar, kelebekler, böcekler,
yarasalar, kuşlar, sinekler, toplam olarak yüz binden fazla farklı
hayvan türü bu işlemde görev alır; polenleri çiçeklerin erkek
organlarından dişi organlarına taşırlar. Ormanlar, çayırlar, tarım
alanları, bahçeler ve diğer ortamlardaki bitkilerin büyük bir bölümü
polenlerini taşıyan hayvanlara bağımlıdır; bu hayvanlar olmazsa onlar da
yok olurlar.
İnsanların
yediği bitkisel besinlerin üçte biri hayvanlar tarafından döllenir.
Geçtiğimiz yıllarda yapılan bir araştırmaya göre, bitkilerin hayvanlar
ile döllenmesinin yıllık ekonomik değeri 200 milyar Amerikan Dolarıdır.
Polen taşıyıcı hayvanların ne kadar önemli olduğu son yıllarda ABD’nin
bazı bölgelerinde görülen meyve üretimindeki düşüş ile bir kez daha
anlaşılmıştır; zira buralardaki yabani arı türlerinin yok olması ve bal
arılarının sayıca azalması meyve rekoltesini olumsuz etkilemiştir.
Ayrıca
binlerce tür hayvan, ağaç tohumlarını dağıtarak ağaçların üremelerine
ve ormanların oluşumuna da büyük katkıda bulunur. Mesela, beyaz kabuklu
bir çam türü (Pinus albicaulis), Nucifraga columbiana adlı bir kuş
türünün yardımıyla çoğalır. Bu çam ağacının tohumları sıkıca kapalı
kozalağının içindedir; adı geçen kuşun kozalağı açarak tohumları
çıkarması ve onları gömmesiyle Pinus albicaulis nesli devam eder. Utah
State Üniversitesi Orman Biyolojisi Profesörü Ronald Lanner “Birbirleri
İçin Yapılmışlar: Kuşlar ile Çamların Ortakyaşarlığı” adlı kitabında,
kuşların çam ormanlarının oluşumundaki hayati rolünü anlatır.
|
İnsanların yediği bitkisel besinlerin üçte biri arılar, kelebekler, böcekler, yarasalar, kuşlar, sinekler gibi toplam olarak yüz binden fazla farklı hayvan türü tarafından döllenir. Bitkilerin büyük bir bölümü bu hayvanlara bağımlıdır. |
Temizlik Hizmetleri: Çöpleriniz
toplanmasaydı, evinizin kısa sürede nasıl bir hal alacağını tahmin
edebilirsiniz. Aynı durum yeryüzü için de geçerlidir. Ağaçlardan düşen
yapraklar, ölü hayvan ve bitkiler, çöpler ve sanayi atıkları yığılıp
birikseydi, dünya üzerinde yaşam imkansız hale gelirdi. Böylesine
olumsuz bir durum, karıncalar, termitler, akarlar, mantarlar, böcekler,
omurgasız hayvanlar ve büyük ölçüde bakterilerin çalışmasıyla önlenir.
Milyonlarca tür canlı, ölü organizmaları ve organik atıkları
ayrıştırarak minerallere ve besleyici maddelere dönüştürürler. Çok
çeşitli bakteri türleri adeta bir fabrikanın montaj hattındaki işçiler
gibi, daha doğrusu kusursuz bir iş birliği içinde çalışırlar.
Örneğin, ölü hayvanlar veya hayvani atıklardaki azot,
önce çürükçül bakteriler tarafından amonyağa dönüştürülür; amonyak ise,
nitrit bakterilerince nitrite, sonra da nitrat bakterilerince nitrata
dönüştürülür. Mükemmel işleyen bu sistem sayesinde, doğa temizlendiği ve
organik maddeler tekrar geri kazanıldığı gibi, canlıların besin
ihtiyacı karşılanır. Söz konusu canlıların her yıl işlediği ve yeniden
değerlendirilmesini sağladığı maddenin 130 milyar ton kadar olduğu
düşünülmektedir.
Çeşitli ağaç türlerinden
oluşan ormanlar, yeryüzünün temizlenmesine büyük katkıda bulunurlar.
Havanın yaklaşık %50′sini temizler ve dezenfekte ederler. Zehirli
gazları ve kirli suları filtre ederek temizlerler. Bir hektar çam ormanı
yılda 30-40 ton, bir hektar kayın ormanı ise yılda 68 ton toz emer.
Denizlerin arıtılmasında
görev alan pek çok canlı vardır. Örneğin, midyeler suyu süzerek
beslenirken çok önemli bir iş daha yaparlar: Benzersiz birer filtre gibi
deniz suyunu süzerler. Günümüzde Kuzey Amerika’daki Chesapeake
Körfezi’nde görülen bulanıklığın nedeni, buradaki midyelerin aşırı
derecede avlanmasına bağlanmaktadır. Birkaç on yıl öncesine kadar
Chesapeake’deki midyelerin, körfez suyunun tamamını her üç günde bir
filtre ettiği hesaplanmaktadır. Bu körfezin 310 kilometre uzunluğunda ve
6-40 kilometre genişliğinde olduğu düşünülecek olursa, midyelerin
yaptığı işin büyüklüğü daha iyi anlaşılır.
Bakteri ve bitkiler ise
zehirli atıkların temizlenmesinde insanlara yardımcı olmaktadır. Bazı
bitki türleri, örneğin hardal ailesine mensup olanlar, ağır metalleri
topraktan çekerek kendi dokularında toplar, böylece toprağı zehirli
maddelerden arındırırlar. Kurşun, bakır, cıva, kobalt gibi insan
sağlığına zararlı metal ve atıkların yoğun oldukları alanların
temizlenmesinde bitkilerden faydalanılmaktadır. Bazı bakteri türleri de,
toprakta ve suda kirliliğe yol açan maddeleri bileşenlerine ayırma
görevini üstlenirler; çevre ve insan sağlığı açısından tehlikeli
birtakım atıkları ortadan kaldırabilirler. Söz gelimi, benzini
ayrıştıran bakteri türleri hemen her çeşit toprakta bulunur.
Mikroorganizmalar, 1989 yılında Alaska’da meydana gelen bir petrol
tankeri kazası sonrasında, bu bölgedeki sahillerin temizlenmesinde
kullanılmıştır.
Özetle, denizler, karalar ve
atmosfer sürekli olarak canlılar tarafından temizlenir. Şu vaka, bu
hizmetin ekonomik açıdan taşıdığı değerin büyüklüğünün kavranmasına
yardımcı olabilir: Yakın geçmişte New York’ta su kalitesinin düşmesi
üzerine yetkililer bir araştırma yaptılar. İki seçenek vardı: Bir su
arıtım tesisi kurmak 6-8 milyar Amerikan Dolarına; buna karşın şehre su
taşıyan ve bu suyu doğal olarak arıtan havzayı ıslah etmek ise 1-1.5
milyar dolara mal olacaktı. Bu sonuçları göz önünde bulunduran New York
yetkilileri su havzasını ıslah etme kararı aldılar. Zira araştırma
sonuçları bu sayede 10 yılda 6 milyar doların üstünde bir tasarruf elde
edileceğini göstermekteydi.
İklimin Düzenlenmesi: Dünyanın
dengeli bir iklim yapısına sahip bir gezegen oluşunda, ağaçlar,
bitkiler ve ormanların payı vardır. Ormanlar havanın nemini sabit tutar;
yaz sıcaklığını 5-8.5 derece azaltır, kış sıcaklığını ise 1.6-2.8
derece artırır, dolayısıyla sıcak ve soğuğu dengeler.
Ormanların tahrip edilmesi yeryüzündeki su dolaşımını ve iklim dengelerini olumsuz etkiler. Bugün belirli bölgelerde sık sık yaşanan sel baskınları ve kuraklıklar bu gelişmenin bazı sonuçlarıdır. National Geographic dergisinde ormanların ekolojik önemine ilişkin şöyle bir örnek verilir:
Ormanların tahrip edilmesi yeryüzündeki su dolaşımını ve iklim dengelerini olumsuz etkiler. Bugün belirli bölgelerde sık sık yaşanan sel baskınları ve kuraklıklar bu gelişmenin bazı sonuçlarıdır. National Geographic dergisinde ormanların ekolojik önemine ilişkin şöyle bir örnek verilir:
“Sözgelimi, Amazon
Havzası’nda orman örtüsü, su çevrimini sağlayan temel etkendir ve
yağmurların yarısı havza içinde oluşmaktadır. Yağmur ormanlarının
yerinde çayırlar olsa, sıcaklık artar ve yağmurlar azalırdı. Bu da bütün
bölgenin iklimini büyük ölçüde değiştirirdi.”
|
Ağaçlar ve bitki örtüsü erozyonu engeller; toprağı, yağmur ve rüzgarın aşındırıcı etkisine karşı korurlar. |
Toprağın Korunması: Ağaçlar ve bitki örtüsü erozyonu
engeller; toprağı, yağmur ve rüzgarın aşındırıcı etkisine karşı
korurlar. World Watch Enstitüsü’nün Başkanı Lester Brown’un şu sözleri
düşünülürse, erozyonu önleyen ağaçlar ve ormanların önemi daha iyi
anlaşılabilir:
“Ekilebilir topraklar yalnız
tarımın değil uygarlığın kendisinin temelidir… Toprak kaybı, uygarlığın
karşılaştığı en ciddi tehlikedir. Petrol rezervlerinin tükenmesi halinde
uygarlık hayatta kalabilir; fakat toprağın üst tabakasının kaybıyla bu
uygarlık ayakta kalamaz.”
Toprağın
Zenginleştirilmesi: Toprağın altı, küçük olmalarına karşın çok büyük
görevler üstlenen canlı türleriyle doludur. İşte bu canlılar toprağın
verimsizleşmesini engeller. Örneğin, solucanlar, karıncalar ve daha
birçok hayvan türü toprağı alt üst ederek havalandırır ve
zenginleştirirler. Bir hektarlık alandaki solucanlar, yılda 10 ton kadar
toprağı yutar ve “öğüterek” daha verimli bir hale getirirler.
Sonuç olarak, burada incelenenler, canlılar tarafından
gerçekleştirilen hizmetlerin çok küçük bir bölümüdür. Bununla birlikte
söz konusu bilgilerin taşıdığı anlam oldukça açıktır: Bizim için
düşünemeyeceğimiz kadar değerli işler yapan canlılar sayesinde
hayatımızı sürdürürüz. Hayatımızı sürdürmemize vesile olan görkemli
canlı çeşitliliğini kusursuz bir uyum içinde yaratan ise, alemlerin
Rabbi olan Allah’tır.
Şüphesiz, biyolojik çeşitlilikten elde ettiklerimiz,
Allah’ın insan için yarattığı sayısız nimetlerdendir. Allah’ın ihsan
ettiği nimetlerin büyüklüğü bir ayette şöyle bildirilir:
Size her istediğiniz şeyi verdi. Eğer Allah’ın nimetini saymaya kalkışırsanız, onu sayıp-bitirmeye güç yetiremezsiniz. Gerçek şu ki, insan pek zalimdir, pek nankördür. (İbrahim Suresi, 34)
TEMİZLİK YAPAN YAPRAKLARSize her istediğiniz şeyi verdi. Eğer Allah’ın nimetini saymaya kalkışırsanız, onu sayıp-bitirmeye güç yetiremezsiniz. Gerçek şu ki, insan pek zalimdir, pek nankördür. (İbrahim Suresi, 34)
Ağaçların yaprakları, havadaki kirletici
maddeleri yakalayan mini filtrelere sahiptir. Yaprak üzerinde gözle
görülmeyen binlerce tüy ve gözenekler vardır. Gözenekler tanecikler
halindeki havayı kirleten maddeleri tutarlar ve sindirilmek üzere
bitkinin diğer bölümlerine gönderirler. Yağmur yağınca da bu maddeler su
ile toprağa ulaşırlar. Bu çok kalın bir madde değildir. Yaprak
üzerindeki bu maddeler sadece bir film kalınlığındadırlar; fakat
yeryüzünde milyonlarca yaprak olduğu düşünülürse, yapraklar tarafından
tutulan kirli madde miktarının küçümsenemeyecek kadar çok olduğu
görülür.
Bir yerleşim alanından 2 km uzaklıkta bulunan bir orman havasının, yerleşim alanının havasına oranla
%70 oranında daha az toz parçacıkları içerdiği
görülmüştür. Hatta ağaçlar yapraksız oldukları kış dönemlerinde bile
havadaki tozları %60 oranında filtre ederler. Ağaçlar mevcut yaprak
ağırlıklarının 5-10 katına kadar toz tutabilirler, ağaçlı bir alandaki
bakteri oranı ile ağaçsız bir alandaki bakteri miktarları oldukça büyük
bir farklılık gösterir.
AFRİKA KUŞLARINDAKİ ÇARPICI UYUM
Sürüler halinde hareket eden Afrika kuşları da
birbirleriyle son derece uyumludurlar ve oldukça çarpıcı bir yardımlaşma
örneği gösterirler. Bu kuşların temel besin kaynaklarını, üzerlerine
kondukları ağaç dallarında bulunan meyveler oluşturur. Dalların uç
kısımlarında bulunan meyvelerden beslenmek ise ilk bakışta bu kuşlar
açısından oldukça zordur. Çünkü meyveler, dalların en uç bölümünde yer
aldığından, sürünün ancak meyvelere yakın olan kısımlarına konabilen
üyeleri bunlardan beslenebilecek, geri kalanları ise, hem dal üzerinde
konabilecekleri yeterli yer bulunmadığından hem de meyve sayısının az
miktarda olmasından dolayı aç kalma tehlikesiyle karşı karşıya
kalacaklardır. Ancak durum bu şekilde gerçekleşmez.
Birlikte hareket ederek ağaca yönelen Afrika kuşları, sanki
aralarında anlaşma sağlamışlar gibi dalların üzerine sırayla konarak,
yanyana gelecek şekilde dizilirler. Dalın ucunda bulunan meyvelere en
yakın yere konmuş olan kuşlar, kopardıkları meyveyi sıra ile
yanlarındaki diğer koloni üyelerine vererek, meyvenin ağızdan ağıza
taşınmasını ve böylece dalın en dip kısmında bulunan diğer Afrika
kuşlarına ulaştırılmasını sağlarlar.Tüm sürüdeki kuşların buldukları meyveleri öncelikle kendilerine ayırmaları beklenirken, bu hayvanlar kusursuz bir düzen ve disiplin içerisinde, sürünün beslenmesi için olabilecek en uygun yöntemi uygularlar. Dal üzerindeki bu sıralanışta kuşlardan hiçbiri bu düzeni bozacak bir tavır içerisinde bulunmaz. Ancak yapılan bu yardımlaşma, yine de tüm sürünün bir kerede beslenmesine olanak sağlamaz. Çünkü kuşların üzerine kondukları daldaki meyveler, genelde sürünün içerdiği sayıdan çok daha azdır. Bu yüzden kuşlar her ne kadar topladıkları meyveleri ağızdan ağıza geçirmek suretiyle birbirlerine nakletseler de, sürünün bir bölümü yeterli meyve olmadığından aç kalacaktır. Halbuki Afrika Kuşları dala her yeniden konuşlarında, dalların meyvelere yakın olan kısımlarına bu sefer sıranın en sonunda kalmış ve yeterince beslenememiş olanları konar ve dağıtım işine ilk önce onlar başlar. Bu fedakarlık örneği kuşların Allah’ın ilhamıyla hareket ettiklerinin bir delilidir.
ADIMLARINI SAYARAK YÖN BELİRLEYEN KARINCALAR
Catalglyphis fortis de denilen Sahra karıncaları
attıkları adımları sayıyor ve geri dönüşte aynı sayıda adım atarak
tekrar yuvalarına ulaşıyorlar.
Bu sonuca varmak için şöyle bir deney yapıldı:Bilim adamları, Sahra karıncalarının yuvalarından yemlerine düz bir çizgi boyunca yürümelerini sağladılar. Karıncalar yemlerine ulaştıktan, yani yemleri ile yuvaları arasındaki mesafeyi ezberledikten sonra, karıncaların yarısının ayaklarına fizyolojilerine uygun bir materyalden eklemeler yaparak bacak açış mesafelerini uzattılar. Yani karıncaların adımlarını büyüttüler.
Karıncaların diğer yarısının ise, ayakları bir operasyonla kısaltıldı. Yani adımları küçültüldü. Bacak açış mesafelerinin değiştirilmesindeki amaç, karıncaların yuvalarından çıktıkları andan itibaren öğrendikleri mesafeyi adımları ile ölçüp ölçmediklerini gözlemlemek idi.
Bu deneyin sonucunda Ulm Üniversitesi nörobiyoloğu Harald Wolf başkanlığındaki araştırma ekibi karıncaların adımlarını saydıkları sonucuna ulaştı.
AVİZE AĞACI VE YUKA GÜVESİNİN BİRBİRİNE UYUMU
Bazı bitkilerin çiçeklerindeki nektar çiçeğin
derinliklerinde bulunur. Bu da böceklerin ve kuşların nektar
toplamalarını, dolayısıyla çiçeğin döllenmesini zorlaştıracak bir
dezavantaj gibi görünür. Oysa Allah, nektarı derinlerde bulunan
çiçeklerin özelliklerine tıpatıp uygun yapılara sahip canlılar yaratarak
bu bitkilerin de döllenmesini sağlamıştır. Avize ağacı ve yuka güvesi
arasındaki uyumlu beraberlik bunun örneklerindendir.
Avize ağacı bitkisinin üzerinde, büyük yapraklardan oluşan bir rozet
şekli, bunun da merkezinde krem renkli çiçekleri taşıyan bir sap
bulunur. Avize ağacının özelliği polenlerinin eğimli bir bölgede
bulunmasıdır. Bu yüzden bitkinin erkek üreme organlarında bulunan çiçek
tozunu, ancak eğimli bir ağız yapısına sahip olan bir güve türü
toplayabilir.Avize ağacı güvesi topladığı çiçek tozlarını birbirine bastırıp top şekline sokar ve bunu başka bir avize ağacı çiçeğine götürür. Önce çiçeğin dibine iner ve kendi yumurtalarını bırakır. Sonra tepeciğe çıkar ve çiçek tozu topunu buraya vurarak polenlerin dökülmesini sağlar. Çünkü bir süre sonra yumurtalardan güve tırtılları çıkacak ve bu polenlerlerle beslenecektir. Ancak bu arada güve önceki bitkiden topladığı çiçek tozu topunu yeni bitkinin tepeceğine vurarak bitkinin de döllenmesini sağlamış olur. Eğer güveler olmasa avize ağaçları kendi kendilerini dölleyemezler.
Görüldüğü gibi, güvenin beslenmesi ve ağacın döllenmesi birbirine son derece uyumlu bir şekilde gerçekleşmektedir. Bu uyumu yaratan ağacın kendisi ya da güve değildir. Bir bitkinin ya da bir böceğin başka bir canlının ihtiyaçlarından haberdar olması, buna göre bir taktik belirleyerek kendi ihtiyacına bir çare bulması mümkün değildir. Çünkü bu canlılar akledemez, yöntemler bulup bunları diğer bir canlıya öğretemez. Canlılar arasında pek çok örneğini gördüğümüz bu kusursuz uyumu yaratan Allah’tır. Her iki canlı da kendilerini çok iyi tanıyan, bilen, Alemlerin Rabbi olan, herşeyden haberdar olan Allah’ın eseridir. Ve Allah’ın büyüklüğünü, yüce kudretini, kusursuz sanatını insanlara tanıtıp anlatmakla görevlidirler.
“Yedi gök, yer ve bunların içindekiler O’nu tesbih eder; O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur, ancak siz onların tesbihlerini kavramıyorsunuz. Şüphesiz O, halim olandır, bağışlayandır.” (İsra Suresi, 44)
BİTKİLERİ BÜYÜTEN UYUMLU ÇALIŞMA
Çimlenme, küçücük bir cisimden metrelerce uzunluktaki ve
tonlarca ağırlıktaki bir bitkinin oluşmasının ilk aşamasıdır. Yavaş
yavaş büyüyen bitkinin kökleri yere, dalları yukarıya doğru uzanırken,
içindeki sistemler de (besin taşıyacak sistemler, üremesini sağlayacak
sistemler, bitkinin uzamasını, genişlemesini ve bunların durmasını
kontrol eden hormonlar) hep birlikte ortaya çıkar ve hiçbirinin
oluşumunda bir aksama ya da gecikme olmaz. Bitki için gerekli olan her
şey aynı anda gelişir. Bu son derece önemlidir. Örneğin, bir yandan
çiçeğin üreme mekanizması gelişirken, diğer yandan da taşıma boruları
(besin ve su taşıma boruları) oluşmaktadır. Aksi takdirde, mesela çiçek
üreme mekanizması oluşmayan bir bitkide, taşıma borularının hiçbir önemi
olmayacaktır. Köklerin oluşmasının da bir anlamı yoktur. Çünkü böyle
bir bitki neslini devam ettiremeyeceği için, ek mekanizmalar bir işe
yaramayacaktır.
Görüldüğü gibi bitkilerdeki birbirine bağlı ve tam uyumlu olan bu
mükemmel yapıda kesinlikle tesadüfen oluşamayacak bir plan vardır.
Evrimci bilim adamlarının iddia ettiği gibi kademeli bir oluşum hiçbir
şekilde söz konusu değildir.AĞAÇ KABUKLARINDAKİ TASARIM
Bir bitki çok zor şartlar altında yaşar. Bitkinin en
büyük düşmanlarından birisi ise mikroorganizmalardır. Mikroorganizmalar
insanları hasta ettiği gibi bitkileride hasta ederler. Fakat bitkiler bu
hastalıklardan korunmak için gene dahiyane bir çözüm bulmuşlardır.
Ağaçlar etraflarını saracak bir şekilde kabuk üretirler.
Bu kabuklar oldukça kalın bir yapıya sahip olup bakterilerin iç
taraflara kadar nüfuz etmesini engeller.Bazen kabuk bağlamak da işe
yaramaz.Bu sefer ağac bu kabukları dökmeye başlar.Böylelikle hem taze
bir örtüye kavuşur hemde bakteri yuvasına dönen kabukları kendilerinden
uzaklaştırmış olur.
Bazı ağacların etraflarından yapışkan bir sıvının
sızdığını görürsünüz. Halk arasında “Çam sakızı” adı verilen “Reçine”
sıvısı, biyokimyasal olarak bitki tarafından üretilmiş mükemmel bir
ilaçtır. Ağac, vahşi hayvanlar ve insanlar tarafından üzerinde bir yara
meydana getirildiği takdirde bu sıvıyı derhal salgılamaya
başlar.Yaralanan bölge bu sıvı ile kapatılarak hem mikroorganizma
saldırısı engellenmiş olur hemde yaranın çabucak iyileştirilmesi
sağlanır.
Bu sıvının en önemli özelliği mikrop kırma özelliğinde
olmasıdır. Yani bu sıvıya yaklaşan bakteriler sıvıyla temas etmesi
halinda ölürler.Ayrıca “Kalloz” adı verilen ve reçineye benzeyen diğer
bir ilaç ise kış mevsimi geldiğinde, boruları bir tıkaç gibi tıkayarak
su akışını engeller.Böylelikle suyun ulaşamadığı yerlerde donma
tehlikesi ortadan kalkar.
BAKTERİDEKİ KOMPLEKS YAPI
Bakteriler bitkilerden ve hayvanlardan farklı olarak
hızlı çoğalan ve biyokimyasal etkileri bakımından canlılar aleminin
dengesini sağlamada çok büyük önem taşıyan bir grubu oluştururlar. Hemen
her yerde yaşayabilirler, bu nedenle de herhangi bir tür organizmadan
çok daha fazla sayıdadırlar. Bu canlılar dünyanın en fazla sayıdaki
üyeleridir. Tüm ekosistem, bakterilerin faaliyetlerine bağlıdır ve
bakteriler insan yaşamını da pek çok şekilde etkilemektedirler.
Şu anki teknolojiyi bile çaresiz bırakan bir
çeşitlilikleri vardır. Her geçen gün yeni bir şekil alabilir ve
dakikalar içinde sayıca milyarlara ulaşabilirler. Kimi zaman oksijeni
bol ortamları tercih eder, kimi zaman da oksijensiz toprak altında
yaşayabilirler. Bir kısmı besinini fotosentez yolu ile sağlarken, bir
kısmı organik maddeleri ayrıştırarak enerji elde eder. Birbirlerinin
aynı olduğu düşünülen bakterilerin bile metabolizmaları incelendiğinde,
bunların aslında birbirlerinden farklı türler oldukları anlaşılmaktadır.
|
Bakterilerin sahip olduğu hücre zarının koruyucu niteliği bizim derimizle kıyaslanmayacak kadar güçlüdür. Dayanıklı hücre zarları nedeniyle çok farklı şartlara uyum sağlayabilirler. |
Bakteriler hareket etmek için
silia adlı tüycüklere ve kamçı adı verilen organlara sahiptirler.Bu
mikroskobik tüyler yakından incelendiğinde bir mucizeyle daha karşı
karşıya kalırız. Bakterinin kabuğunu ve siliayı oluşturan maddeden
farklı bir moleküler yapıya sahip olan bu kamçı, bütün canlılar aleminde
gerçek dönüş hareketi yapabilen tek organeldir. Silia tüyleri kökten
uca doğru bir dalga meydana getirip hareket sağlarken, bakteri
kamçısının sarmal (helezonik) lifleri, köklerindeki motor sayesinde,
pervane gibi dönüş yapabilmektedirler.
Bakterinin
hareketini sağlayan motor iki farklı bölümden oluşmuştur. Ayrıca hücre
içinde hazır halde bulunan enerji yerine, bakteri zarında meydana gelen
asit akışı, enerji kaynağı olarak kullanılır. Kamçı kendi içinde de
kompleks bir yapıya sahiptir. Organik yapısı 240 ayrı protein çeşidinden
oluşur.
Bu kamçıda gördüğümüz kompleks yapı, bütün canlı
sistemlerinin ortak özelliği olan indirgenemez kompleksliğe bir
örnektir. Yani bakteri zarı, zarın altına monte edilmiş olan kimyasal
motor ve kamçı, bakterinin hareket etmesi için özel olarak
tasarlanmıştır. Bakteriyi basit bir canlı olarak gören evrimci bilim
adamları için, bu kompleks yapıyı açıklayabilmek mümkün değildir.
Uygun koşullarda bakteriler her
10-30 dakika içinde, sayılarını iki misli artırırlar. Tek bir
bakterinin sayısı önce ikiye, sonra dörde, daha sonra sekize çıkarak
çoğalır ve bu işlem bu şekilde devam eder. Bu yolla tek bir bakteri
10-12 saat sonra sayıca milyonlara ulaşabilir. Bakterilerin bazı
çeşitleri hızlı sıcaklık değişimlerinden etkilenmezler. -2710C soğukta
yaşayabilir ve birkaç saat içinde -1900C dereceden +250C’a geçiş yapan
yerlere adapte olabilirler. Bazı türler ise insan için öldürücü dozun
2000 kat üzerinde olan bir atom radyasyonuna bile dayanmaktadırlar.
Bazıları çeşitli hastalıklara neden olurken, bazıları insan ve bitki
metabolizmasının yararlı bir üyesi olarak bulunmak zorundadır. Kimisinin
besinleri okside etme özelliği vardır. Bu oksidasyon yöntemi ile
bakteriler başka canlılara besin sağlarken, yeraltında da çeşitli kaynak
ve madenlerin oluşumuna neden olurlar. Milyonlarca farklı görevin
ortaya çıkardığı bir sonuç vardır:Bütün bunlar, bakterilerin son derece
detaylı özelliklere sahip olduklarını göstermektedir.
FOTOSENTEZ YAPAN BAKTERİLER
Bakterileri genellikle çevremizde, vücudumuzda veya
bozulmuş yiyeceklerde hızlı üreyebilen mikroplar olarak tanırız.
Onların, tüm canlılığın gereksinimini sağlayan çok önemli özelliklere
sahip olduklarının, içlerindeki birkaç organel ile yeryüzünün dengesini
sağlamak için son derece önemli işlemler yaptıklarının farkında
değilizdir. Soluduğumuz oksijenden yediğimiz yemeğe, etrafımızdaki
manzaradan kullandığımız antibiyotiklere kadar, sayısız hayati olgunun
içinde, bakteriler önemli bir rol oynarlar. Aslında her bir bakteri,
doğayı laboratuvar olarak kullanan uzman bir kimyacıdır. Kimya konusu
birçoğumuza yabancıdır. Kimyayı, anlaşılmaz terimler, karmaşık formüller
olarak görürüz. Gerçekten de, bu konuda bir eğitim almadıktan sonra,
kimyasal formülleri ve reaksiyonları anlamak mümkün değildir. Kimya
konusuna ilgi duymasak bile, bunun hayatımızla çok yakından ilgili
olduğunu biliriz. Bu konularla uğraşan kimyacılara da büyük bir saygı ve
güven duyarız. Bakteriler de bu saygı ve hayranlığı fazlasıyla hak
edecek özelliklere sahiptirler.
|
Bakteriler sayesinde gerçekleşen yeryüzündeki karbon dönüşümü. |
Biz gözle görmesek ve farkında olmasak bile, hiç
durmadan çalışan ve yaşamımıza destek olan bir kimya laboratuvarı, bütün
doğayı kaplamıştır. Bu laboratuvarın en önemli faaliyeti, canlılar için
oksijen ve besin üretmek, daha sonra da artıkları ve canlılara zarar
verecek maddeleri temizlemek ya da bunları kullanılabilecek yeni ve
faydalı ürünlere dönüştürmektir. Bu zor ve karmaşık görev sırasında bir
kısmı henüz çözülememiş, bir kısmı keşfedilmemiş, bir kısmı da taklit
edilerek modern laboratuvarlara taşınmış, karmaşık bir sürü kimyasal
reaksiyon tekrarlanır.
İşte bu dev laboratuvarda görev yapan kimyacıların
başında bakteriler gelir. En önemli görevler, evrimcilerin “basit ve
ilkel” sıfatlarıyla hor gördükleri, bu muhteşem makinalar tarafından
gerçekleştirilir. En akıllı kimyacıların çözemedikleri reaksiyonlar, en
gelişmiş teknolojilerin taklit edemediği işlemler, bakteriler için sanki
birer çocuk oyunudur.
Hava ve suyu kullanarak, besin üretmek anlamına gelen
fotosentezi keşfeden bilim adamları büyük bir şaşkınlık ve hayranlık
yaşamış ve bu sistemi çözerek, insanlığın bütün dertlerine çare
bulacaklarını düşünmüşlerdir. Ancak üzerinden onlarca yıl geçmesine
rağmen ne tam olarak sistemi çözebilmiş ne de taklit edebilmişlerdir.
Oysa bu mucizevi reaksiyon, bakterilerin milyarlarca yıldır, hiç
durmadan yaptıkları, günlük işlerden biridir.
Fotosentez ile bu canlılar, atmosferde bulunan
karbondioksiti bünyelerine alıp dışarıya oksijen vererek, canlılığın en
önemli ihtiyacına cevap vermektedirler. Ayrıca atmosferdeki
karbondioksitten karbon moleküllerini sentezleyebilmek için, güneşten
gelen ışık enerjisini kullanma kabiliyetine de sahiptirler. Karbonun bu
şekilde sentezlenebilmesi, yeryüzündeki gibi karbon bazlı bir yaşam
için, en önemli temeli teşkil etmektedir. Bilindiği gibi, yaşamın temeli
karbona dayanmaktadır. Karbon olmadan yeryüzünde canlılığın varlığından
söz etmek mümkün değildir. Bütün temel organik moleküller
(aminoasitler, proteinler, nükleik asitler gibi), karbon atomunun diğer
bazı atomlarla çeşitli şekillerde birleşmesiyle oluşur. Doğada karbonun
yerini tutabilecek başka bir element yoktur. (Detaylı bilgi için bkz.
Evrenin Yaratılışı, Harun Yahya) Dolayısıyla Allah, tüm yaşamı
fotosentez yapan organizmalara bağımlı kılmıştır. Gerçekleştirilen bu
işlemde en büyük pay ise, Allah’ın dilemesi ile bakterilere aittir.
Fotosentez olayı, canlının, güneş enerjisini doğrudan
kullanabilmesi ve diğer canlıların da faydalanabilmesi için bu enerjiyi
karmaşık organik moleküller haline dönüştürebilmesidir. Böyle bir
dönüşüm gereklidir, çünkü insanlar ve hayvanlar güneşin bu enerjisini
doğrudan kullanabilecek bir mekanizmaya sahip değildirler. Bu enerjiyi,
ancak yeşil bitki ve mikroorganizmaların gerçekleştirdiği fotosentez
işlemi sonucunda sentezlenmiş şekilde elde edebilirler.
Atmosferdeki oksijenin yarısından fazlasını fotosentez
yapan siyanobakteri adı verilen bakteri türleri üretir. Bu bakterilerin
kullandıkları mekanizma, bitki kloroplastında kullanılan mekanizmaya çok
benzer. Siyanobakterinin büyük çoğunluğu sadece klorofil içerir. Bu
canlıların güneş ışığı ile meydana getirdikleri enerji basit şekerler
şeklinde depolanır. Fotosentez yoluyla oluşan şeker ve oksijen
miktarının her yıl 150-200 milyar ton arasında değiştiği tahmin
edilmektedir. Oluşan bu şeker, yeryüzündeki canlı organizmaların hayatta
kalabilmeleri ve büyüyebilmeleri için gerekli olan biyokimyasal
reaksiyonlar ve aynı zamanda da solunum için gereklidir. Siyanobakteri,
atmosferdeki oksijenin konsantrasyonunun sabit tutulmasında, oldukça
önemli bir görev üstlenmiştir. Bu bakterilerin boyutları çok küçüktür,
ama miktarları oldukça fazladır. Bir litre suda sayıları 100′den
fazladır ve okyanusun verimliliğinin %10-20 kadarını oluştururlar.
Görünmemelerine rağmen, yeryüzünün çok geniş bir bölümüne hakimdirler.
Fotosentez ile sağladıkları enerji nedeni ile onların bu olağanüstü
sayıları son derece büyük önem taşımaktadır.
Fotosentez işlemi, kimyasal detayları son derece
karmaşık ve mekanizması hala tam olarak anlaşılamamış oldukça hassas bir
işlemdir. Ayrıca fotosentez işlemi, indirgenemez kompleksliğin en güzel
örneklerinden biridir. Yani bu işlemin gerçekleşebilmesi için çok özel
yapıların aynı anda biraraya gelmiş olmaları ve dışarıdaki ortamın bu
koordine çalışmaya uygun olması gerekir.
Sonuç olarak bu sistem, evrimcilerin iddia ettiği gibi aşamalarla oluşamayacak bir sistemdir. Sahip olduğu indirgenemez kompleks yapı, tüm parçalarının aynı anda birarada işler durumda bulunmalarını gerektirmektedir. Bu da, bu mekanizmanın tüm parçalarıyla eksiksiz olarak bir anda yaratılmış olduklarını gösterir.
İKLİMİ SABİT TUTAN ALGLERSonuç olarak bu sistem, evrimcilerin iddia ettiği gibi aşamalarla oluşamayacak bir sistemdir. Sahip olduğu indirgenemez kompleks yapı, tüm parçalarının aynı anda birarada işler durumda bulunmalarını gerektirmektedir. Bu da, bu mekanizmanın tüm parçalarıyla eksiksiz olarak bir anda yaratılmış olduklarını gösterir.
Algler sığ sularda yaygın olarak bulunan organizmalardır
ve sıcak su kaynaklarından buz ve kar yüzeylerine kadar güneş ışığı
gören her su yüzeyinde yaşayabilirler. Bu mikro canlıların insanlardaki
gibi bir beyni yoktur, insanlar gibi düşünemez ve akıl kullanamazlar.
Bedenleri ancak mikroskop altında görülebilen tek veya biraraya gelmiş
birkaç hücreden ibarettir. Ancak bünyelerinde kendileri için yaratılmış
olan mikroskobik bir fabrika ile ekolojik sistemin en önemli
gereksinimlerini karşılarlar; oksijen ve besin.
Alglerin büyük bir bölümü dimetilsülfit (DMS) adı
verilen bir gaz üretir. Bu gaz, daha önce de kısaca belirttiğimiz gibi,
denizin hemen üstündeki havada oksijenle reaksiyona girerek katı
taneciklere dönüşür. Böylelikle bulutlar meydana gelir. Başka bir
deyişle, algler kendi bulundukları bölgelerde bulutların oluşumundan da
sorumludurlar. Bu bulutlar da güneşten gelen radyasyonu geri yansıtarak
gezegeni olması gerekenden daha soğuk, yani şimdiki ısısında tutar.
Dolayısıyla algler, gezegenin ısısını dengeleyecek kadar etkili ve
önemli bir özelliğe sahiptirler.
|
Alglerin meydana getirdikleri DMS gazı denizin hemen üstündeki oksijenle reaksiyona girerek bulutları meydana getirir. |
Atmosfer ısınmaya başladığında alglerin aktivitesi artar
ve DMS, yani dimetilsülfit gazı üretmeye başlarlar. Alglerin bu maddeyi
nasıl ve neden ürettikleri henüz tam olarak anlaşılamamıştır. Bir
görüşe göre DMS hücrenin salgıladığı bir atık maddedir. Diğer bir
iddiaya göre de hücreler zarar gördüklerinde düşmanlarına karşı korunmak
için toksik, yani zehirli bir asit salgılamaktadırlar. Virüs veya
planktonların saldırılarına uğrayan bir alg işte bu nedenle büyük
miktarda DMS salgılar. Bu hipotez doğrulansa da bir algin bu maddeyi
neden bazı zamanlarda fazla miktarda bazı zamanlarda da az miktarda
salgılandığı henüz anlaşılamamıştır. Bu canlının söz konusu maddeyi
salgılaması, daha çok ihtiyaca yönelik olmaktadır. Algler sıcaklığa göre
üretim miktarını değiştirmektedirler. Hedef, yeryüzünün soğutulması
olduğundan algler, DMS üretimini tropik bölgelerde daha fazla, daha
soğuk bölgelerde daha az yapmaktadırlar.
Bu organizmalar olmasaydı Dünya çok daha sıcak bir yer
olacaktı. Nitekim söz konusu üretim sonucunda gezegenimizde 400C’ye
varan bir soğuma meydana gelmektedir. Bu soğuma alglerin de işine yarar.
Eğer soğuma olmazsa, iyice ısınan okyanusun üst
katmanları soğuk olan alt katmandan ayrılacak ve böylece yüzeyde bulunan
alglerin derinlerdeki besinlere ulaşması imkansız olacaktır. İşte bu
nedenle algler antifiriz etkisi gösteren bu maddeyi salgılarlar. İlginç
olan, tropik okyanuslarda yaşayan bu canlıların neden antifiriz üretmeye
ihtiyaç duyduklarıdır. Bu sorunun cevabı, organizmanın bu işlemden
başka faydalar da edindiğini gösterir:
|
Algler, tropik bölgelerde antifiriz maddesi üreterek sıcak okyanus yüzeylerinden aşağıda bulunan besinlere ulaşabilirler. Antifiriz üretme özellikleri, suyun buharlaşarak havaya geçmesinin de temel nedenidir. |
Algler antifiriz üretmeye ihtiyaç duyarlar, çünkü
ürettikleri bu madde ile suyun buharlaşmasını sağlayarak havaya
geçebilirler. Alglerin havaya geçip atmosferin üst bölgelerine
çıkabilmesi ise uzak bölgelere yayılmalarına yardımcı olmaktadır. Hava
akımları, bu küçük canlıların tüm gezegeni dolaşabilmeleri için oldukça
etkili bir yoldur.
Gökyüzünün bu canlılarla dolu olması işte bu yüzden hiç
de şaşırtıcı değildir. Yeryüzünün hemen üzerindeki hava katmanında,
çeşitli türlerden, metreküpte 10,000 kadar mikroorganizma tespit
edilmiştir. Atmosferde 50 km. yüksekliğe kadar, alglerle aynı yöntemi
kullanan canlı bakteri ve mantar çeşitleri bulunmaktadır. Bu canlılar,
yeryüzündeki alglerin fotosentez işlemlerini hızlandırırlar. Fotosentez
sonucu su yüzeyi ısınır ve bu durum su yüzeyinde kabarcıkların
oluşmasını sağlar. Algler ise, adeta bir sonraki aşamada kabarcıkların
patlayacağını ve böylelikle havaya ulaşabileceklerini bilircesine
kabarcığın üzerindeki yerlerini alırlar. Patlayan kabarcık, alglerin
planlarını gerçekleştirir. Artık sudan ayrılmış ve rahatça hareket
edebilecekleri havanın içine geçebilmişlerdir.
DMS oluşurken çevresine ısı şeklinde enerji yayar. Bu enerji çevredeki havayı ısıtır ve ısınan hava yükselir. Alttaki hava, oluşan akımla yukarı çekilir ve bulutları oluşturur. Böylelikle su yüzeyindeki algler hava akımı ile yukarı çıkar ve yayılmak için yükselen hava hareketlerinin meydana getirdiği rüzgarı kullanırlar. Havaya yayılan alglerin büyük çoğunluğunun kırmızı olması başka bir önemli noktadır. Kırmızı renk, atmosferin üst katmanlarına çıktıklarında onları morötesi ışınlara karşı korumaktadır.
DMS oluşurken çevresine ısı şeklinde enerji yayar. Bu enerji çevredeki havayı ısıtır ve ısınan hava yükselir. Alttaki hava, oluşan akımla yukarı çekilir ve bulutları oluşturur. Böylelikle su yüzeyindeki algler hava akımı ile yukarı çıkar ve yayılmak için yükselen hava hareketlerinin meydana getirdiği rüzgarı kullanırlar. Havaya yayılan alglerin büyük çoğunluğunun kırmızı olması başka bir önemli noktadır. Kırmızı renk, atmosferin üst katmanlarına çıktıklarında onları morötesi ışınlara karşı korumaktadır.
Anlattığımız bütün bu sistem, böylesine küçük bir
canlının gezegenimiz etrafına yayılabilmek için her türlü gereksinime ve
mekanizmaya sahip olduğunu açıkça göstermektedir. Bir canlının
atmosferin ısısını etkileyebilecek güçteki özel bir gazı üretmesi ve
bununla dünyayı, tüm canlıların yaşamasına olanak verecek ortalama bir
ısıda tutabilmesi özel bir dizayn ve planlamanın varolduğunun açık bir
kanıtıdır. Üstelik hayret verici olan, herşeyin gazın üretiminden ibaret
olmaması, bu gazın özel şekillerde üst katmanlara çıkabilmesi, bulutun
oluşumuna sebep olması ve daha da önemlisi bu işlemlerin bir mikro
canlının işine yarıyor olmasıdır. Daha önce belirttiğimiz gibi,
evrimciler meydana gelen bu olaylar karşısında şaşkındırlar. Bu
doğaldır, çünkü bir mikro canlının organize bir şekilde tüm dünyanın
ekosistemini etkisi altına alması evrimin basit ve hayali
mekanizmalarını tümüyle saf dışı bırakacak çok önemli bir delildir.
“YAŞAMIMIZI PAYLAŞTIĞIMIZ” AKARLAR
Akar ya da mayt olarak adlandırdığımız bu canlı,
herhangi bir böcekten daha farklı özellikler taşımayan, son derece
detaylı ve kompleks bir yapıya sahip olan, ama buna rağmen yine de ancak
mikroskopla fark edilebilen bir mikro canlıdır. Yaşadığımız evin her
yanında, yattığımız yatakta, yerdeki halıda, soluduğumuz havada kısacası
yaşamımızı geçirdiğimiz her yerde bulunmaktadır. 5-50 mikron arası
boyutlarında olan bu canlılar bize görünmezler. Eğer görünselerdi,
kuşkusuz büyük bir şaşkınlık yaşardık. Bacakları ve kıskaçları ile bir
örümceği andıran bu canlı, yaşadığımız her santimetrekareyi kaplamış
durumdadır.
Bu canlılar ölü deri hücreleri ve kabukları ile
beslenirler. Bu nedenle insanların yaşadığı ortamlarda bulunur ve insan
aktiviteleri ile çevreye yayılır, hareket ederler. Beslenme
malzemelerinin toplandığı yerler ise genellikle yatak ve minderler,
mobilyalar ve halılardır.
Ancak bazı canlılar için zararlıdırlar. Öyle ki, parazit
olarak içinde yaşadığı bir arı topluğunu, arıların üstteki ölü
derilerini delerek ve vücut sularını emerek ortadan kaldırabilirler.
Bunun gibi pek çok böcek, hayvan ve bitkiye zarar verebilirler. Kimisi
zarar verirken, beraberinde çeşitli faydalar da getirir. Örneğin böcek
akarları böceğin ölümüne veya hastalanmasına sebep olurlar, ama aynı
zamanda meydana getirdikleri atıklarla toprağın verimini de büyük ölçüde
artırırlar. Bazıları ise birtakım canlıların asalaklarıdır. Bazı
hayvanların kulak kanallarında, akciğerlerinde ve bağırsaklarında
yaşarlar. Dolayısıyla akarlar farklı ortamlarda ve insan dışında farklı
canlılarla da yaşayabilen canlılardır.
Akarlar türlerine göre
çeşitli yerlerde bulunabilirler. Everest Dağı’nın 5000 metre
yükseklikteki yamaçlarında yaşayabildikleri gibi, Kuzey Pasifik
Okyanusunun 5200 metre derinliklerinde de yaşayabilmektedirler. Sırf
Antarktika’da 50′den fazla karada yaşayan akar türü bilinmektedir.
|
Akarlar, 5000C’ye kadar yüksek ısıya sahip yeraltı sularında, havuz ve göllerde yaşayabilirler. |
Bunun dışında akarlar kaplıcalar, mağaralar, çöller ve
tundralar da dahil olmak üzere pek çok yerde bulunabilirler. 10 metre
derinlikteki madenlerde, soğuk ve termik kaynaklarda 5000C kadar yüksek
ısıya sahip olan yer altı sularında, havuz ve göllerde yaşayabilirler.
Farklı ortamlarda yaşayabilen bu farklı türlerinin sayısının 500.000′den
fazla olduğu hesaplanmıştır.
|
Sadece mikroskop altında görebileceğimiz akarlar, son derece kapsamlı bir vücut yapısına sahiptirler. Bu canlıları oluşturan detaylar, yeryüzündeki kompleks yaratılışı gözler önüne serer. |
Akarın insan kafatasına benzeyen bir bedeni vardır.
Bedenin üzerinde seyrek olarak tüyler bulunmaktadır. Ağzı, kafatasına
benzeyen bu vücudun önünde toplanmıştır ve delmeye ayarlı özel bir
yapıdadır. Akar, sahip olduğu bu özel yapı sayesinde kendisine uygun
bulduğu yiyecekleri küçük parçalara ayırabilir ve dolayısıyla besini
vücuduna alabilir. Akarın vücudu ovaldir ve ince çiziklerle
kaplanmıştır. Bu oval vücuttan sekiz küçük bacak çıkar. Sekiz ayak ise
son derece önemli bir tasarıma sahiptir. Ayak tabanları akarların halı
iplikçikleri arasına ve döşemelerin derin bölmelerine gömülebilmelerini
sağlayan yapışkan bir madde ile kaplanmıştır. Bu sekiz küçük bacak en
güçlü vakum temizleyicilerinin bile çekiş gücüne direnç gösterebilir.
Akarların
bazısı hem karada hem de suda yaşayabilir. Karada yaşayabilen akarlar
“soluk borusu” yoluyla nefes alırlar. Soluk borusunun hemen yanında da
“yemek borusu” bulunmaktadır. Bazı akarların bitki hücrelerini
delebilecek kadar keskin olan beslenme organları bulunmaktadır. Akarlar
bu organları ile besinlerin özündeki suyu rahatlıkla emebilirler.Bazı
akarlarda yemek borusunu çevreleyen oldukça gelişmiş bir “sinir sistemi”
vardır. Beynin bir bölümünden yayılan sinir dizisi, “bacaklar”, “sinir
sistemi”, “kas sistemi” ve “üreme organlarındaki” sinirleri harekete
geçirir. Ağız bölümlerindeki sinirler de beynin diğer bir bölümü
tarafından harekete geçirilmektedir. Kısacası, görülmeyen akarın bir
“beyni” vardır.
Sistemler ve organlar bunlarla sınırlı değildir. Akarın
yediklerini sindirmesini sağlayacak bir “sindirim sistemi” de olması
gerekmektedir kuşkusuz. Sindirim sistemi ön tarafta kaslı bir
“yutaktan”, uzun ve dar bir “yemek borusundan”, bir “mideden”, kısa bir
“bağırsaktan” ve arka taraftaki “bağırsak boşluğundan” oluşmaktadır.
Karıncığın mideye ait olan çiftli keseleri vardır, bunlar kısmen besin
depolama organları olarak işlev görüp bazı akarların beslenmeksizin uzun
süre hayatlarını devam ettirebilmelerini sağlar.
Akarların “üreme organları” da vardır. Sperm transferi,
ya direk olarak ya da spermatophores adı verilen paketlerin içerisinde
meydana gelmektedir.
Akar, arka bağırsağa açılabilen “boşaltım organlarına” da sahiptir. Bunlar vücut boşluğundaki atık maddeleri toplarlar ve bunu “guanin” adı verilen organik bir bileşiğin içerisine iletirler. Boşaltım organlarına kadar gelen bu iletim, bize hiç de yabancı olmayan bir yolla gerçekleştirilmektedir: “Kan dolaşımı”. Kan, bir kalp ya da çeşitli kasların hareketleriyle vücut içinde dolaşmaktadır. Yani görülmeyen akarın bir “kalbi” vardır.
Akar, arka bağırsağa açılabilen “boşaltım organlarına” da sahiptir. Bunlar vücut boşluğundaki atık maddeleri toplarlar ve bunu “guanin” adı verilen organik bir bileşiğin içerisine iletirler. Boşaltım organlarına kadar gelen bu iletim, bize hiç de yabancı olmayan bir yolla gerçekleştirilmektedir: “Kan dolaşımı”. Kan, bir kalp ya da çeşitli kasların hareketleriyle vücut içinde dolaşmaktadır. Yani görülmeyen akarın bir “kalbi” vardır.
Normal şartlarda insanlar,
bu ilginç görünüşlü varlıkları görüp fark edebilmeyi istemezler.
Kuşkusuz bu canlıların görünmez oluşları, Allah’ın hikmetli yaratışının
bir örneğidir. Bu canlılar, çevrenizde o kadar fazla sayıdadırlar ki,
yattığınız yatakta bile, ne kadar temiz olursa olsun, ortalama 10.000
tane akar bulunmaktadır. Bu canlılar, ürettikleri proteine karşı alerjik
olmadığınız sürece size zarar vermezler; sizi ısırmaz, sokmaz, hastalık
bulaştırmazlar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder