İNSANIN YARATILIŞINDAKİ UYUM
Kıyafetleriniz derinizle sürekli temas halindedir. İlk
giydiğiniz anda giysilerinizin cildinizdeki temasını hissedersiniz,
ancak kısa bir süre sonra bu his kaybolur. Çünkü derinizdeki alıcılar
belirli bir süre sonra beyninize sinyal göndermeyi durdururlar. Bu
harika sistem olmasaydı; giyinmek gibi sıradan bir olay dahi rahatsız
edici bir hal alırdı. Ayrıca kıyafetlerin dikkatinizi dağıtması
nedeniyle, diğer sinyalleri anlayamazdınız. Kısacası, hayatınız çok
zorlaşır, hiçbir şey yapamaz hale gelirdiniz. Koku alma duyusu için de
benzer bir durum söz konusudur.
Yemek kokularının yoğun olduğu bir lokantaya girdiğinizde, bu
kokuları hemen algılarsınız. Aradan kısa bir süre geçtikten sonra ise
ortamdaki yemek kokularını fark etmez olursunuz. Oysa koku miktarında
herhangi bir azalma olmamıştır. Ancak siz lokantadaki kokuya
alışmışsınızdır. Bir değişiklik olmamasına rağmen kokuya karşı
duyarlılığın değişmesine neden olan, adaptasyon denilen özel bir
mekanizmanın devreye girmesidir. Bu mekanizmanın ne kadar önemli
olduğunu şöyle ifade edebiliriz: Yoğun kokuların bulunduğu bir ortamda
çalışanları, örneğin, sözü edilen lokantanın mutfağındaki ahçıları ele
alalım. Eğer ahçıların ortamın kokusuna karşı duyarlılığı azalmasaydı;
böyle bir durum oldukça rahatsızlık verici olurdu. Aynı zamanda sürekli
olarak meşgul durumdaki koku alıcıları mutfaktaki bir tehlikeyi, mesela
yanık kokusunu hissetmeyebilirdi. Bu alandaki araştırmalarıyla tanınan
Frank Zufall, koku adaptasyonunun kompleks mekanizmalar içerdiğini
belirtmektedir. Öyle ki moleküler düzeydeki karmaşık işlemlerin
detayları henüz çözülememiştir. Koku alıcı hücrelerde en az üç farklı
adaptasyon mekanizması olduğu düşünülmektedir. Ek olarak, beyinde de
duyu organlarından gelen bilgileri gözden geçiren, ileten veya durduran
merkezler olduğu kabul edilmektedir. Peki karbon, azot, oksijen gibi
atomlardan oluşmuş koku alma ve bunları algılayan beyin hücreleri,
detayları hala anlaşılamayan bu kompleks sistemi nasıl meydana getirmiş
ve geliştirmiş olabilirler? Şuursuz hücreler hangi bilginin işleme
konulacağına, hangisinin konulmayacağına nasıl karar verebilirler? Bu
hücreler ne zaman devreye girmeleri, ne zaman devre dışı kalmaları
gerektiğini nasıl bilebilirler? Sizin kontrolünüz dışında, sizin için en
doğrusunu nasıl yapabilirler? (Harun Yahya,
Koku ve Tat Mucizesi)
Soruların cevabı inanan insanlar için oldukça açıktır.
Tüm bunlar, Allah’ın üstün aklının muhteşem bir uyum içinde yaratmasının
delilleridir.
200.000 ÇEŞİT PROTEİN ÜRETEN 100 TRİLYON HÜCREMİZ
Hücre tüm bilim adamlarını hayranlık içinde bırakan bir
yaratılış harikasıdır. Elektron mikroskobu ile incelendiğinde hücrenin
içinde arı kovanındaki faaliyetleri andıran çok hareketli bir yapı
olduğu görülebilir. Trilyonlarca hücre insanın vücudunu yaşatmak için
birlikte ve uyum içinde hareket ederler.
İnsan vücudundaki bu görünmez yapıları bir şehir merkezine benzetmek
mümkündür. 100 trilyon hücrenin her biri, etrafı duvarla çevrelenmiş bir
şehir gibi tüm ihtiyaçlarını karşılar, enerji üretir, haberleşme,
nakliye ve güvenlik birimleri barındırır. Santral birimleri hücrenin
enerjisini, fabrikalar proteinleri ve hayati önem taşıyan kimyasalları
üretirler. Kompleks nakliye sistemleri ise bu kimyasalları hücrenin
içerisinde bir noktadan diğer bir noktaya ve gerektiğinde hücrenin
ötesine taşırlar. Barikatlardaki nöbetçiler de muhtemel tehlike
işaretlerini almak için dış dünyayı gözlerler. Disiplinli biyolojik
ordular istilacılarla savaşabilmek için hazır bir durumda beklerken,
içeride düzen hakimdir. İnsan vücudunda yaklaşık 200.000 çeşit protein
vardır ve bunlar hücrelerimizde üretilir.
Hücre içi ulaşım sistemi de oldukça komplekstir. Hücreler kendi
içlerinde birçok bölüme ayrılmıştır ve aralarında büyük bir uyum içinde
işleyen bir iş bölümü mevcuttur. Bu bölümlerin bir kısmı besin
depolarken, bir kısmı enzim ve protein üretir ve birbirleri arasında
geçiş sağlarlar. Örneğin hücre içinde bazı besinler, kullanıma geçmek
üzere moleküler kamyonlara yüklenirler. Her bir kamyon varacağı noktanın
kilidini açacak bir anahtara sahiptir. Böylece bir kısım proteinler de,
yükleme limanları gibi hareket ederek, kamyonları açar ve içindekileri
boşaltırlar. Buradaki organize ve koordine işlemler, tariflerin çok
ötesinde kompleks boyutlardadır.
Kuşkusuz hücreler düşünme, öğrenme, karar alma, plan yapma gibi
bilince ait özelliklerden yoksundurlar. Böyle bir çıkarım yapacak ne
beyinleri, ne gözleri, ne de bir sinir sistemleri vardır. Ancak
hücrelerin gerçekleştirdiği işlere baktığımızda en bilinçli kişiden daha
öngörülü, daha akılcı ve tedbirli, daha dikkatli ve titiz çalışmalar
yaptıklarını görürüz. Hücrede sergilenen bu üstün akıl
“her şeyi yaratmış, ona bir düzen vermiş, belli bir ölçüyle takdir etmiş” (Furkan Suresi, 2) olan Yüce Allah’a aittir.
HÜCRELERİN KUSURSUZ UYUMU
Vücuttaki trilyonlarca hücre birbirleriyle akıl almaz
bir işbirliği içindedir. Örneğin saç tellerinizin hepsinin beraber
uzamalarının nedeni kafa derisi hücrelerinin uyumundandır.
İşte bu hassas ilişki, hücre zarında bulunan ve diğer
hücrelerle ilişkileri sağlayan özel proteinler ve kancalara benzeyen
uzantılar sayesinde olur. Bu mekanizmalar henüz insan anne karnında bir
cenin halinde iken oluşmaya başlar. Bölünme sırasında bazı hücreler
bilinmeyen bir şekilde aniden farklı proteinler üretmeye başlarlar. Bu
farklı üretimin sonucunda hücreler arasındaki yapısal farklılıklar
ortaya çıkar. Bu değişimden hücre zarı da etkilenir ve dış yüzeyinde
kancamsı uzantılar oluşur. Bu uzantılar sayesinde ancak kendi
cinslerinden olan hücrelere tutunabilirler. Böylece milyarlarca benzer
hücre biraraya gelerek organları oluştururlar.
ATMOSFER VE NEFES
Hayatımızın her dakikasında nefes alırız. Sürekli olarak
ciğerlerimize hava çeker ve hemen sonra da aynı havayı geri veririz.
Bunu o kadar çok yaparız ki, “normal” bir işlem olduğunu düşünürüz. Oysa
gerçekte nefes almak çok karmaşık bir iştir.
Vücut sistemimiz öyle bir biçimde ayarlanmıştır ki,
nefes alırken bu işi düşünmemize gerek kalmaz. Yürürken, koşarken, kitap
okurken hatta uyurken, vücudumuz sürekli olarak ne kadar nefes almamız
gerektiğini hesaplar ve ciğerlerimizi ona göre çalıştırır. Nefes almaya
bu kadar çok ihtiyaç duymamızın nedeni, vücudumuzda her saniye
gerçekleşen milyarlarca ayrı işlemin, hep oksijen sayesinde gerçekleşen
reaksiyonlardan enerji sağlamasıdır.
Şu anda bu yazıyı okuyabilmeniz, gözünüzün retina
tabakasındaki milyonlarca hücrenin sürekli olarak oksijenle beslenmesi
sayesinde mümkün olmaktadır. Eğer kanınızdaki oksijen oranı düşerse,
“gözünüz kararır”. Bunun gibi, vücuttaki tüm kasların, bu kasları
oluşturan hücrelerin tümü, karbon bileşiklerini “yakarak” yani oksijenle
reaksiyona sokarak enerji elde eder. Bu enerji elde edildiğinde ise
ortaya vücuttan atılması gereken karbondioksit çıkar.

İşte bunun için nefes alırız. Havayı içimize çektiğimiz
anda, akciğerlerimizde bulunan yaklaşık 300 milyon küçük odacığa oksijen
dolar. Bu odacıkların duvarlarını kaplayan kılcal damarlar hemen bu
oksijeni çekerler ve önce kalbe sonra da vücudun her tarafına taşırlar.
Kılcal damarlar oksijeni içeri alırken, aynı anda da atık madde olan
karbondioksiti bırakırlar. Yarım saniye sürmeyen bu işlem sayesinde,
içimize çektiğimiz temiz (oksijenli) havayı, dışarıya kirli
(karbondioksitli) olarak veririz.
Akciğerlerimizde neden 300 milyon odacık olduğunu düşünebilirsiniz.
Bundaki amaç, ciğerin hava ile temas eden alanını maksimuma çıkarmaktır.
Odacıklar sayesinde sıkıştırılmış olan bu alan gerçekte o kadar
büyüktür ki, eğer bu alanı ciğerin içinden çıkarıp düz bir yüzeye
yaysak, bir tenis kortu kadar yer kaplar.
Burada bir noktaya dikkat edelim: Akciğerlerin içindeki
odacıkların ve dolayısıyla bu odacıklara giden kanalların bu kadar dar
olması, oksijen solunumunu artırmak için yapılmış harika bir tasarımdır.
Ama bu tasarım, bir başka şartın yerine gelmesine bağlıdır: Havanın
yoğunluğunun, akışkanlığının ve basıncının, bu kadar dar kanallar içinde
rahatlıkla hareket edebilecek değerlerde olmasına.
Havanın basıncı 760 mm Hg’dir. Yoğunluğu, deniz seviyesinde, litre
başına bir gram civarındadır. Deniz yüzeyindeki akışkanlığı ise, suyun
elli katı kadar fazladır. Birer önemsiz rakam sanabileceğimiz bu
değerler, gerçekte bizim yaşamımız için çok kritiktirler. Çünkü, “hava
soluyan canlıların var olabilmesi için, atmosferin genel karakteristik
özellikleri-yoğunluğu, akışkanlığı, basıncı vs.-şu anda sahip oldukları
değerlere çok çok benzer olmak zorundadır”.
Nefes alırken ciğerlerimiz “hava direnci” denen bir güce
karşı enerji kullanırlar. Hava direnci, havanın harekete karşı
gösterdiği durgunluk eğilimidir. Ancak bu direnç, atmosferin özellikleri
sayesinde çok zayıftır ve ciğerlerimiz kolaylıkla havayı içeri çekip
dışarı itebilirler. Bu direncin biraz artması ise, ciğerlerimizin
zorlanmaya başlamasına neden olacaktır. Buradaki mantık bir örnekle
açıklanabilir: Bir enjektörün iğnesinden su çekmek kolaydır, ama aynı
iğneyle bal çekmek çok daha zordur. Çünkü bal, sudan daha az akışkanlığa
ve daha yüksek bir yoğunluğa sahiptir.
İşte eğer atmosferin yoğunluk, akışkanlık, basınç gibi
değerleri biraz farklılaşsa, nefes almak bizim için bir enjektöre bal
çekmek gibi zorlaşacaktır. Bu durum karşısında “o zaman enjektörün
iğnesi kalınlaşabilir” diye düşünmek, yani akciğer kanallarının
genişletilmesini önermek ise yanlıştır. Çünkü o zaman ciğerlerin hava
ile temas eden alanı çok küçülmekte ve ciğerler vücut için gerekli
oksijeni alabilecek yapıdan uzaklaşmaktadır. Yani havanın yoğunluk,
akışkanlık, basınç gibi değerlerinin mutlaka belirli bir aralık içinde
olması şarttır, ve bugün soluduğumuz havanın sahip olduğu değerler, tam
da bu dar aralığın içindedir.
Atmosferin rakamsal değerleri, sadece bizim solunumumuz
için değil, mavi gezegenin “mavi” olarak kalması için de önemlidir. Eğer
atmosfer basıncı şu anki değerinden beşte bir kadar azalsa,
denizlerdeki buharlaşma oranı çok fazla yükselecek ve atmosferde çok
yüksek oranlara varacak olan su buharı tüm Dünya üzerinde bir “sera
etkisi” oluşturarak gezegenin ısısını aşırı derecede yükseltecektir.
Eğer atmosfer basıncı şu anki değerinden bir kat daha fazla olsa, bu kez
de atmosferdeki su buharı oranı büyük ölçüde azalacak ve Dünya
üzerindeki karaların tamamına yakını çölleşecektir.
Tüm bu dengeler, Dünya’nın diğer özellikleri gibi
atmosferinin de insan yaşamı için özel olarak yaratıldığını
göstermektedir. O üstün Yaratan, Kuran’da bizlere öğretmiş olduğu gibi,
tüm evrenin Rabbi olan Allah’tır.
Sizin için, yeryüzüne boyun eğdiren O’dur. Şu halde onun
omuzlarında yürüyün ve O’nun rızkından yiyin. Sonunda gidiş O’nadır.
(Mülk Suresi, 15)
GÜNEŞ IŞIĞI İLE GÖZ ARASINDAKİ UYUM
Biyolojik olarak gerçekleşen ‘görme’ işlemi için uygun
olan yegane ışınlar, “görülebilir ışık” olarak tanımladığımız belli bir
dalga boyudur. Güneş’in yaydığı ışığın büyük bölümü bu dalga boyuna
karşılık gelir.
Görme işleminin gerçekleşmesi için en temel şart, retinadaki hücrenin
fotonu (cisimden gelerek göze giren ışık demetleri ) algılamasıdır.
İşte bunun gerçekleşmesi için, bu fotonun görülür ışık sınırları içinde
kalması şarttır. Daha farklı bir dalga boyundaki fotonlar, hücreler için
ya çok zayıf ya da çok güçlü kalırlar ve gereken reaksiyonu
başlatamazlar. Gözün boyutlarının küçük veya büyük olması bir şey
değiştirmez. Önemli olan, hücrenin algıladığı dalga boyu ile, fotonun
dalga boyu arasındaki uyumdur.
Bilindiği gibi, canlı hücrelerinin yapı taşları organik
moleküllerdir. Organik moleküller karbon atomunun sayısız farklı
türevdeki bileşiklerinden meydana gelirler. Bu organik moleküllerin
oluşturduğu görme hücrelerinin görülebilen ışığın dalga boyundan farklı
ışınları algılayabilecek kapasiteye sahip olması mümkün değildir.
Kısaca, diğer ışınları algılayacak bir göz tasarımının, yeryüzünde
biyolojik olarak işlevsel olması imkansızdır.
Prof. Michael Denton, Nature’s Destiny (Doğanın Kaderi) adlı
kitabında bu konuyu detaylı olarak inceler ve organik bir gözün ancak
“görülebilir ışık” sınırları içinde görebileceğini açıklar. Teorik
olarak tasarlanabilecek başka hiçbir göz modelinin, farklı dalga
boylarını görebilmesi mümkün değildir. Prof. Denton, bu konuda şunları
söylemektedir:
“Ultraviyole, X ve gama ışınları çok fazla enerji taşırlar ve
yüksek derecede tahrip edicidirler. Uzak kızılötesi ve mikrodalga
ışınları da yaşam için zararlıdır. Yakın kızılötesi ve radyo dalgaları
ise çok zayıf enerjiye sahip oldukları için tespit edilemezler.
Pek çok nedenden dolayı, elektromanyetik yelpazenin
görülebilir bölgesi, biyolojik görme yeteneği için uygun olan yegane
bölgedir. Özellikle de insan gözüne benzer yüksek çözünürlü kamera tipi
omurgalı gözleri için, bu ışık aralığından başka uygun bir dalga boyu
yoktur.”
Tüm bunları birarada düşündüğümüzde, şu sonuca varırız: Güneş öyle
ince tasarlanmış bir aralıkta ışık yaymaktadır ki, muhtemel ışık
türlerinin sadece 1025′te 1′ini oluşturan bu aralık, hem Dünya’nın
ısınması, hem kompleks canlıların biyolojik işlevlerinin desteklenmesi,
hem bitkilerin fotosentez yapması, hem de Dünya üzerindeki canlıların
görme yeteneğine sahip olması için en ideal aralıktır.
Elbette tüm bu hassas dengeler, tesadüf denen başıboş sürecin
düzenlediği sistemler değildir. Tüm bunları yaratan, göklerin, yerin ve
bu ikisi arasındaki herşeyin Rabbi ve Hakimi olan Allah’tır. Allah’ın
yarattığı her detay yaşamın her aşamasında karşımıza bir mucizeler
zinciri olarak çıkmakta ve bize, bizi Yaratan’ın sonsuz kudretini
göstermektedir.
Allah, sonsuz ilminin göstergesi olarak, binlerce çeşit farklı
canlıda, binlerce çeşit farklı göz çeşidini, mükemmel yapılarıyla
birlikte yaratmıştır. Kuran’da bir ayette Allah şöyle buyurmuştur:
“Gözler O’nu idrak edemez; O ise bütün gözleri idrak eder. O, latif olandır, haberdar olandır.” (Enam Suresi, 103)
Tesadüfen rastlaşmaları ihtimal dışı olan faktörlerin biraraya
gelmesi, hem gözü, hem onun görebileceği ideal ışık aralığını, hem de bu
aralıkta ışık yayan Güneş’i var eden Allah’ın özel yaratması ile mümkün
olmuştur.
VÜCUDUMUZDA OKSİJENİN DAĞITILIŞI
Aort atardamarı, kanın
kalpten çıkış noktasıdır. İçinde oldukça fazla miktarda kan barındırır
ve genişliği yetişkin bir insanda 2,5 cm’i bulmaktadır. Bu damar, temiz
kanı diğer damarlara dağıtacak ana damar olduğundan son derece dayanıklı
ve güçlü olmalıdır. Çünkü kan, bu damardan oldukça yüksek bir basınçla
dağıtılır. Ve tam olması gerektiği gibi, son derece özel bir tasarımı
vardır.

Kanın içindeki bir hücre, beden içindeki yolculuğuna sol kulakçıkta
başlar. Bütün bedeni çeşitli damarlar yoluyla kateden hücre, akciğerlere
döndüğünde yolculuğunu bitirmiştir. Bu yolculuk sırasında ayak
parmağından beyne kadar ulaşmakta, mikronlarla ölçülen kılcallara kadar
tüm damarları güzergah olarak kullanmaktadır. Bu arada vücut dokularına
oksijen bırakır, karbondioksiti de alarak akciğerler yoluyla vücuttan
atılmasını sağlar.
|
Kalpten çıkan aort ve akciğer atardamarı, üç tabakadan
meydana gelmiş damarlardır. En dışta lifli bağ dokudan meydana gelmiş
bir dış tabaka vardır. Bu tabakadaki bağ dokusunun varlığı son derece
önemlidir. Bu dokuda bulunan elastik lifler, her türlü basınca karşı
dayanıklılık sağlamaktadır. Eğer damarların bu özelliği olmasaydı,
kalbin atış kuvveti ile son derece basınçlı gelen kan, bu damarların
yapısını kaçınılmaz olarak bozacak hatta yırtılmalarına neden olacaktı.
Allah’ın bu önemli damarda sergilediği tasarım, “örneksiz yaratan”
anlamına gelen Bedi isminin bir başka tecellisidir. Bu atımın günde
yüzlerce kez gerçekleştiği gerçeğini de göz önüne alırsak, damarın
sadece bir gün içinde parçalanma ihtimali oldukça yüksek olacaktı. Ama
söz konusu korunma sistemi bu ihtimalleri ortadan kaldırmış ve uzun bir
ömür boyunca damarın bu basınca karşı koymasını sağlamıştır. Bu aynı
zamanda koruyan ve gözeten Allah’ın kullarına karşı şefkatinin de bir
göstergesidir.
Aort damarının orta kısmında
düz kaslardan meydana gelen elastik lifler bulunur. Bu kaslar,
gönderilen kanın miktarının ayarlanması için oldukça büyük bir öneme
sahiplerdir. Kaslar, daralıp açılarak atardamarın çapını azaltıp
artırmaya yarar. Organ ve dokulara giden kan miktarı, bu elastik yapı
sayesinde dengelenir. Aortun ve akciğer atardamarının iç yüzeyinde ise
tek sıralı yassı epitel dokudan oluşmuş bir tabaka bulunmaktadır. Bu
dokunun son derece önemli bir özelliği vardır. Bu doku sayesinde damarın
iç yüzeyi adeta cilalanmış gibidir. Bu cilalı ve yağlı yüzey,
sürtünmeyi azaltmakta ve kanın kolaylıkla ve süratli olarak akıp
gitmesini sağlamaktadır.
Aort damarı, sola doğru bir
yay çizerek ikiye ayrılır. Üste giden damar baş ve kollara, alta ayrılan
damar ise çeşitli yan damarlarla diğer organlara yayılır. İstirahat
koşullarında atardamarlar, akciğerlerden oksijeni aldıktan sonra, genel
olarak 10 saniyeden az bir zamanda bunu dokulara ulaştırırlar. Ancak
ağır egzersiz yapıldığı zamanlarda atardamarlardaki kanın hızı daha da
artar. Kandaki hücreler artık oksijeni 2-3 saniye gibi kısa bir zaman
içinde taşıyabilirler. Bu nedenle Allah’tan aldıkları ilhamla vücudun
ihtiyacını çok iyi gözetme yeteneğine sahip olmuşlardır.
Atardamarların bir başka önemli özelliği ise, kanın
kalpten aralıklı gelmesi sırasında yüksek basınçlı bir rezervuar
oluşturması ve kanın bir kısmını, ikinci bir kalp vurumuna kadar depo
etmesidir. Bu görev için yukarıda bahsettiğimiz özel tasarım son derece
önemlidir. Atardamarlar, sahip oldukları genişleyebilen kas yapıları
sayesinde böyle bir depolama işlevine sahiptirler. Bu özellik, bedende
sürekli kan bulunmasını sağlar. Damarlardaki bu esneklik başka açılardan
da önemlidir. Atardamar esnek olduğu için, kan bu sisteme
pompalandığında basıncın aşırı yükselmesi önlenir. Aynı zamanda
esneklik, kalp atımları sırasında yüksek atardamar basıncını devam
ettirerek dokulara kesintisiz olarak kan akımının devam etmesini sağlar.
Allah, damarlara verdiği esneklik özelliğini, vücudun dengesini
muhafaza edecek pek çok detay için gerekli kılmıştır.
VÜCUDUMUZDAKİ ISI DAĞITIM SİSTEMİ
Kanın taşıdığı hayati kargo paketlerinden biri de
“ısı”dır. Kanla dolu damarlar, tıpkı bir binanın sıcak su taşıyan
kalorifer boruları gibi ısıyı bütün vücuda yayarlar. Ancak ısının
kaynağı kalorifer örneğinde olduğu gibi tek bir kalorifer kazanı değil,
vücuttaki bütün hücrelerdir. Kan sayesinde hücrelerin ürettikleri ısı
bedene eşit olarak dağıtılır.
 |
Gün içinde yaptığımız hareketlerin temposuna göre
vücudumuzda çeşitli değişiklikler yaşanır. Örneğin vücut sıcaklığı
arttığı zaman beyindeki düzenleyici merkez (hipotalamus) kan
damarlarının genişlemesini ve ter bezlerinin harekete geçmesini
sağlar.(1) Bunun üzerine hemen vücut ısısı azalır. Vücudumuzda ısı kaybı
olduğunda da aynı düzenleyici merkez tam tersi işlem yaparak kan
damarlarının daralmasını ve titreme oluşmasını sağlar.(2) Bu
önlemlerden sonra vücut ısısı tekrar yükselir.
|
|
Eğer vücudumuzun ısı dağıtım sistemi olmasaydı oldukça
büyük sıkıntılar yaşardık. Kas gücüyle yaptığımız bir iş sonucunda,
örneğin koştuğumuzda bacaklarımız ya da bir yük kaldırdığımızda
kollarımız aşırı derecede ısınır, diğer bölgelerimiz ise soğuk kalırdı.
Bu dengesiz yapı, metabolizmamıza büyük zarar verirdi. İşte bu nedenle
ısının bedene eşit olarak dağıtılması son derece önemlidir.
Aynı şekilde bedenimizde fazla yükselen ısının
düşürülmesi için de terleme mekanizması ile birlikte kan devreye girer.
Deri altındaki kan damarları genişler ve böylece kanın taşıdığı ısıyı
havaya bırakması kolaylaştırılmış olur. Bu nedenle yüksek tempolu
fiziksel işler yaptığımız zaman, damarların genişlemesi sonucunda
yüzümüz kızarır. Kan, vücut ısımızın korunmasında da büyük rol oynar.
Üşüdüğümüzde ten rengimiz beyazlaşır. Çünkü derimizin
altındaki kan damarları havanın soğukluğuna göre daralır. Bedenimizde
havaya yakın bölgelerdeki kan bu şekilde azaltılmış olur ve vücuttaki
soğuma minimuma indirilir.
KANIMIZ PIHTILAŞMASAYDI?
Vücudun herhangi bir bölgesinde bir kanama olduğunda ilk
yardım trombosit adı verilen kan plakçıklarından gelir. Trombositler
kanın içinde dağınık olarak dolaşırlar, bu nedenle kanama vücudun
neresinde olursa olsun mutlaka o bölgeye yakın, devriye gezen bir
trombosit vardır.
“Von Willebrand” isminde bir protein ise, kaza yerini işaret ederek
yardım isteyen bir trafik polisi gibi, trombositleri gördüğünde önlerini
keser ve olay yerinde durmalarını sağlar.
Olay yerine gelen ilk trombosit, tıpkı telsizle yardım
ister gibi, özel bir madde salgılayarak, diğer ekipleri olay yerine
çağırır. Gözle görülemeyen bir hücre ortada bir problem olduğunu
anlamakta ve diğer mekanizmalarla haberleşebilmektedir. Diğer ekipler
kendilerine gelen mesajı anlamakta ve kendilerinden isteneni
yapmaktadırlar. Vücudunuzun küçük bir noktasında gözle görülemeyen
varlıklar birbirleri ile haberleşmekte ve bir organizasyon
gerçekleştirmektedirler.
Bu arada, vücutta yer alan 20′ye yakın enzim biraraya
gelerek yaranın üzerinde trombin adında bir protein üretmeye başlar. Bu
enzimlerden tek bir tanesinin olmaması sistemin işlememesi ve insanın
hayatını kaybetmesi anlamına gelmektedir. Ancak herşey planlanmış ve
sistem kusursuz bir şekilde kurulmuştur.
Trombin sadece açık yaranın olduğu yerde üretilir. Bu,
olay yerinde bulunan ilk yardım ekibinin, hasta için gereken ilacı olay
yerinde imal etmeleri gibi bir olaydır. Üstelik bu üretim tam ihtiyaç
kadar olmalıdır. Ayrıca bu proteinin üretimi tam zamanında başlamalı ve
tam zamanında durdurulmalıdır. Başlama ve durdurma emrini trombini
üreten enzimler kendi aralarında verirler.
Yeteri kadar bu proteinden
üretildikten sonra fibrinojen adında iplikçikler oluşturulur. Bu
iplikçiklerin çok önemli bir görevi vardır: Kanın üzerinde bir ağ
oluştururlar ve gelen trombositler bu ağa takılarak birikir. Bu birikim
yoğunlaştığında ise kanın dışarı akışı durur. Yara tamamen iyileştiğinde
ise kan pıhtısı yine benzer işlemlerle çözülür.
 |
Solda pıhtılaşmayı sağlayan hücreler, sağda ise fibrin
iplikçiklerinin kan hücrelerini hapsedişi yani pıhtılaşma olayı
görülüyor.
|
 |
|
Eğer bu hayati sistemde bir aksaklık olsaydı ne olurdu
düşünelim: Yara olmadığı halde kan birdenbire pıhtılaşmaya başlasaydı ya
da yaranın etrafında oluşan pıhtı bulunduğu yerden ayrılsaydı ya da
pıhtılaşmada rol alan proteinler arasındaki haberleşmede aksaklıklar
olsaydı… Bunlardan herhangi birinin olması durumunda kalp, akciğer veya
beyin gibi hayati organlara giden yollarda tıkanma, kan kaybından ölme
gibi durumlarla karşılaşırdık.
Kanın pıhtılaşması denince, sadece gözle görülür
yaralardaki pıhtılaşma akla gelmemelidir. Gün içinde çok sık başımıza
gelen, ancak çoğu zaman fark etmediğimiz kılcal damar parçalanmalarının
tamir edilebilmesi için de pıhtılaşma sisteminin olması zorunludur.
Bacağınızı masanın kenarına ya da salonun ortasındaki sehpaya
çarptığınızda çok sayıda kılcal damarınız parçalanır. Bu durum iç
kanamalara yol açar ancak pıhtılaşma sistemi sayesinde kanama hemen
durur ve arkasından tamir işlemi başlar.
Pıhtılaşma sistemi olmasaydı ne olurdu? Hemofili olarak
nitelendirilen hastalık ortaya çıkardı. Hemofili rahatsızlığı olan
kişilerin en ufak bir darbeden bile korunmaları gerekir. Çünkü özellikle
hastalığın ileri aşamalarında çok ufak bir kanama bile durdurulamaz, bu
da hastanın kan kaybından ölümüne neden olur.
Kanımızdaki pıhtılaşma özelliği mutlaka olmak
zorundadır. Üstelik çok sıkı bir denetime tabi tutulması da
gerekmektedir. Her detayı ayrı bir plan ve hesap ürünü olan bu sistem,
Allah’ın sonsuz ilminin, aklının ve gücünün bir göstergesidir.
Yaratan, hiç yaratmayan gibi midir? Artık öğüt alıp-düşünmez misiniz? (Nahl Suresi, 17)
40 ORGANELDEN OLUŞAN GÖZ
Evrim teorisinin iddialarınının yanlışlığını bilimsel
bulgular karşısında sorgularken başvurulması gereken en temel
kaynaklardan biri, kuşkusuz Darwin’in kendi koyduğu kıstaslardır.
Darwin, teorisini ortaya atarken, bu teorinin nasıl yanlışlanabileceğine
dair birtakım somut ölçüler de belirlemiştir. Türlerin Kökeni adlı
kitabının pek çok bölümünde “eğer teorim doğruysa” diye
başlayan pasajlar yer alır ve Darwin bu pasajlarda teorisinin
gerektirdiği bulguları tarif eder. Darwin’in itiraf niteliğindeki bu
sözlerinden biri şöyledir:
Eğer birbirini takip eden çok sayıda küçük değişiklikle kompleks
bir organın oluşmasının imkansız olduğu gösterilse, teorim kesinlikle
yıkılmış olacaktır. Ama ben böyle bir organ göremiyorum. (Charles Darwin, The Origin of Species: A Facsimile of the First Edition, Harvard University Press, 1964, s.189)
Darwin, 19. yüzyılın ilkel bilim düzeyi içinde
canlıların indirgenebilir bir yapıda olduklarını düşünmüş olabilir.
Ancak, günümüz teknolojisinin son ulaştığı bulgular göstermiştir ki,
Darwin’in “göremiyorum”dediği kompleks organlar hemen her
canlıda, üstelik çok sayıda bulunmaktadır. Söz konusu bu organlar
birbirinden bağımsız olan çok sayıda küçük parçanın bir uyum içinde
çalışmasıyla işlev görebilirler. Bu durum bilim adamları tarafından
“indirgenemez komplekslik” olarak adlandırılmaktadır.
İndirgenemez komplekslik özelliğine sahip birçok organ vardır.
Örneğin insan gözü yaklaşık olarak 40 tane ayrı küçük organdan oluşan
kompleks bir organdır. Bu küçük organların hepsi bir arada çalışmalıdır
ki gözümüz görme fonksiyonuna sahip olabilsin. Diğer bir deyişle, evrim
savunucularının iddia ettikleri gibi her parça zaman içerisinde ayrı
ayrı oluşmuş olamaz. Zira böyle olmuş olsaydı göz hiçbir zaman görebilen
bir organ olamazdı. Gözümüz son derece ileri düzeyde bir görüntü
teknolojisine sahiptir. Modern teknoloji son 10-15 yılda otomatik
odaklama yapan kameralar üretmiştir, ama hiçbir kamera göz kadar hızlı
ve kusursuz odaklama yapamamaktadır.
Gözün bu kompleks yapısı karşısında evrim teorisinin
“indirgenebilirlik” iddiası
tüm anlamını yitirmektedir. Çünkü gözün işe yarayabilmesi için aynı
anda tüm bölümleriyle birlikte yani eksiksiz bir şekilde var olması
gerekir. Çok açıktır ki göz, evrimcilerin iddia ettikleri gibi kademe
kademe oluşmamıştır, bir anda yaratılmıştır.
Gözümüz de tıpkı diğer organlarımız gibi bizlere Yüce Rabbimiz’in bir
lütfudur. Nitekim, bir Kuran ayetinde Yaratıcımız olan Allah şöyle
buyurmuştur:
O, sizin için kulakları, gözleri ve gönülleri inşa edendir; ne az şükrediyorsunuz. (Müminun Suresi, 23)
ORGANLARIMIZIN SESİN OLUŞUMUNDAKİ UYUMU
Sesin oluşabilmesi için gırtlaktaki kaslar, dil, dişler,
damak, dudaklar gibi pek çok organ ve hava birbiri ile mükemmel bir
uyum içerisinde çalışır. Eğer böylesi bir organizasyon olmasaydı
konuşmak istediğimiz zaman ortaya anlaşılmaz ve rahatsız edici bir
gürültü çıkardı. Bu organizasyonu mümkün kılan detaylar şunlardır:
Ses Tellerindeki Detay
-
İnsan sesini oluşturan en önemli organlar, ses telleri
ve onların bağlı bulunduğu kaslardır. Bunlar gırtlağın içindeki ses
kutusunda bulunan mukus tabakası ile kaplı bir çift kastır. Gırtlağın ön
kısmında halka biçiminde olan kalkansı kıkırdakların arkasında yer
alır.
-
Sesin üretilebilmesi için V şeklindeki ses tellerinin
II şekline gelmesi gerekir. Ancak eğer birbirlerine çok yaklaşırlarsa
veya yeterince gergin değillerse ses kalitesi düşer. Hatta konuşma
gerçekleşmez.
-
Ses tellerinin boyu, sesin kalınlığını belirler. Ses
teli ne kadar uzun olursa, ses o kadar ince çıkar. Kadınların erkeklere
oranla daha ince sesli olmalarının temelinde yatan neden de budur. Çünkü
kadınların ses telleri erkeklerin ses tellerinden daha uzundur.
-
İnsan dışında hiçbir canlının sesini dinleyerek onun
cinsiyeti ayırt edilemez. İnsan ise bu açıdan farklıdır. Konuştuğumuz
insanı görmesek bile ses tonundan onun kadın mı yoksa erkek mi olduğunu
hemen anlayabiliriz. Bu elbette Yüce Allah’ın insanlara bahşettiği çok
özel bir detaydır.

Ses tellerinin ses çıkarabilmesi için aralarındaki mesafe, uzunluk,
gerilim gibi birçok özelliğin çok ince düşünülmesi ve hesaplanması
gerekir. Sadece ses telindeki bu detaylar düşünüldüğünde bunların
tesadüfen geliştiğini iddia etmek elbette imkansızdır. Ses telleri,
bunların titreşimi gibi birçok detay, Yüce Allah’ın üstün aklı ve her
şeyi bir ölçü ile yaratmasının en güzel delilidir. Yüce Allah bu gerçeği
bir Kuran ayetinde şöyle haber vermiştir:
“… O’nun Katında her şey bir miktar (ölçü) iledir.” (Ra’d Suresi, 8)
Gırtlaktaki Detay
-
Sesin oluşumundaki detaylar, sadece ses telleri ile
sınırlı değildir. Nefes borumuzun ağız boşluğuna açılan kısmında yer
alan gırtlak (larinks) boyunca, ses telleri dışında uzanan başka kaslar
da yer alır. Bu kaslar teller arasındaki hava boşluğunu ve tellerin
uzunluğunu kontrol ederler ve ses tellerinin titreşebilmesi, hava
akımının geçebilmesi için gırtlağı oluşturan diğer kaslardan bağımsız
olarak hareket ederler. Kuşkusuz bu evrim teorisi ile açıklanamayacak
bir detaydır. Gırtlağın ses tellerinin titreşmesi için aşama aşama
gelişerek, sadece ses tellerinin bulunduğu kısımda ayrı bir kas yapısı
oluşturması elbette mümkün değildir. Konuşmanın en önemli şartlarından
biri olan bu detay, Yüce Allah’ın “Ol“ emriyle bir anda gerçekleşmiştir.
-
İnsanın gırtlağının yapısında konuşmaya yönelik bir
başka detay, diğer canlılara oranla insan gırtlağının çok daha aşağıda
yaratılmış olmasıdır. Bu detay gırtlaktan çıkan nefesin farklı seslere
dönüşmesini sağlar. Gırtlağın bu özelliğinden dolayı nefes borusuna
sürekli besin kaçma ihtimali vardır. Bu risk, bebeklik döneminde
kazanılan reflekslerle ve “küçük dil” olarak adlandırılan organla
ortadan kaldırılmıştır.
Ağız, Diş, Burun ve Dilin Görevi
-
Dünyanın dört bir yanında farklı diller konuşulur.
Fakat tüm insanların ağızlarından benzer harf sesleri çıkar. Çünkü
insanlar Yüce Allah’ın ilhamıyla harfleri söylerken hep aynı organlarını
kullanırlar.
-
Her iki dudakları ile ‘P’ ve ‘B’, dudak ve dişleri ile
‘F’ ve ‘V’, dilin ön kısmı ile ‘T’ ve ‘D’, dilin arka kısmı ile de ‘K’
ve ‘G’ seslerini çıkarırlar.
-
Hiçbir bebek doğduğu zaman harfleri söylerken ağız
boşluğunu nasıl kullanacağını bilmez, fakat konuşma zamanı geldiğinde
Afrika’daki kabilede yaşayan bir çocuk da, New York’ta oturan bir çocuk
da harfleri aynı şekilde söyler. Kuşkusuz bu büyük bir mucizedir ve
konuşmanın tek kaynaktan Yüce Allah’tan gelen ilham ile yapıldığının en
güzel delilidir.
-
Konuşma esnasında bazı organların diğerlerinden daha
baskın kullanılması ise gerek konuşmanın anlaşılması gerekse dinleyenin
algılamasında sorunlar oluşturur. Örneğin konuşurken gırtlak bölgesini
kullananların sesi parazitli çıkar ve rahat duyulabilmelerini
zorlaştırır.
-
Sadece ağız boşluğunu kullanan kişiler ağızlarını
yeteri kadar açmadıkları için “a” ya da “o” yerine “ı” sesi çıkarır ve
bu kişilerin seslerini duymak güçleşir.
-
Yalnızca burun bölgesini kullanan kişilerin sesi ise
tonsuz, enerjisiz ve uğultu halinde çıkar. Bu sorunun nedenlerinden biri
yumuşak damağın yeterince çalışmamasıdır. Yumuşak damağın görevlerinden
biri, seslerin burun yoluyla çıkmasını engellemek için burun yolunu
kapamaktır. Çünkü bazı sesler burun yoluyla çıkmak ister, bu durumda
yumuşak damak o bölgeyi kapatır ve seslerin doğru çıkmasını sağlar.
-
Şüphesiz burada birkaç örnekle işaret edilen detaylar,
seslerin doğru bir biçimde çıkması için tüm sistemin belirli
hareketleri aynı anda yapması gerektiğini ortaya koyar. Hiçbirimizin
farkında olmadan gerçekleştirdiği bu organizasyon, Yüce Allah’ın üstün
aklının sonuçlarından yalnızca biridir.
Beynin Rolü
-
Tüm konuşmanın organizatörü, beyindeki bir bölgedir.
Burada düşüncenin ana yapısı oluşur, kulak ve gözlerden gelen
sinyallerle birleştirilir ve boğaza gönderilir.
-
Hayvanların beyinlerinde böyle bir bölge yoktur. Bazı
papağan, muhabbet kuşu hatta karga türlerinin konuşabilmeleri ise
bilinçli bir konuşma şekli değildir. Sadece ezberleme ve tekrar edebilme
yeteneklerinden kaynaklanır.
-
Bizim beynimizde konuşma noktasının bulunması bize ait
özellikler olmadığı gibi, bazı kuş türlerinin kelimeleri ezberleyip
tekrar edebilmeleri de onlara ait özellikler değildir. Çünkü beyin
sadece bir et parçasıdır. Bu et parçasının düşünüp, konuşmaya karar
vermesi hangi harflerin hangi organları kullanarak çıkacağını
belirleyebilmesi, kelimelerin anlamlı bir biçimde ve düşünmeden çıkarak
dinleyenin anlayabileceği cümlelere dönüşmesi elbette bir et parçasının
yapabileceği işlemler değildir. Beyin sadece konuşmayı yönlendiren bir
vesiledir. Ayette bildirildiği gibi kelimeleri öğreten ve konuşmayı
ilham eden Yüce Allah’tır.
“İnsanı yarattı. Ona beyanı öğretti.” (Rahman Suresi, 3–4)
SESİMİZİ EŞSİZ KILAN DETAYLAR
Sesimizdeki mucizenin bir diğer tarafı ise tıpkı parmak izi gibi her
insanın kendine özgü sesinin olmasıdır? Peki, bu mucize nasıl
gerçekleşir?
Bugüne kadar yaşamış, yaşayan ve yaşayacak olan milyarlarca insan
birbirinden farklı ses tonlarına sahiptir. Bu elbette Yüce Allah’ın
insanlara lütuf olarak bahşettiği büyük bir nimettir. Çünkü bu nimet
vasıtasıyla insanlar arasındaki iletişim kolaylaşır, birbirlerini
görmeseler bile seslerinden tanıyabilirler. Ayrıca insanların zevk
alacakları şarkıları dinleyebilmeleri de ancak ses tonlarının farklı
olması ile mümkündür.
Sesimizin sadece kendimize özgü olmasını sağlayan sebep
jet makineleri çevresindeki girdapların ses üretmeleri ile benzer
yapıdadır. Bu konuda Cincinnati Üniversitesi’nden tıp doktoru Sid Khosla
ve ekibi jet makineleri ile ilgili uzun süreli araştırmalar
yapmışlardır ve bu araştırmalarda şu sonuca varmışlardır:
- Akciğerden çıkan hava akımı gırtlak boyunca tıpkı ses motorlarındaki gibi girdaplar yaparak ses üretmektedir.
- Eğer görülebilseydi, dönen duman halkalarına benzeyecek olan bu
girdaplar, her insanda farklı ton oluşturan seslere dönüşür. Ancak bu
girdapların oluşum mekanizmaları insanın aklıyla çözebileceğinden çok
daha karmaşıktır.
- İnsanın oluşum mekanizması hakkında bile tam bir bilgiye sahip
olmadığı ve kendine özgü ses yapısının ortaya çıkmasında hiçbir
katkısının olmadığı çok açıktır. Kişiye özel ses elbette Yüce Allah’ın
yaratma sanatındaki aklın üstünlüğünü gösterir.
Her insanda ses ve konuşma oluşturan donanım ve hava aynı olmasına
rağmen her insanın kendisine özgü bir sese sahip olması elbette bir
aklın kavrama sınırının çok üstündedir. Bu durum Rabbimiz’in üstün
aklını, bir örnek edinmeksizin yaratan olduğunu göstermektedir. Allah
insanı yaratmış ve ona, dünya üzerindeki başka hiçbir canlıda olmayan
kavramlarla düşünme, konuşma ve kendine özgü ses çıkarma yeteneğini
bahşetmiştir.
Her insanın ses oluşumunda görev alan organlarını kullanış şekli
farklıdır. Bu nedenle herkesin kendine ait bir ses tonu vardır. Ancak
eğer Allah dileseydi bütün insanlar aynı sesle konuşabilir, her yerde
aynı ses tonunu da işitebilirlerdi. Kendi sesimiz, annemizin sesiyle,
arkadaşlarımızın veya komşumuzun sesi ile aynı olabilirdi. Bunun yanında
aynı ses tonuyla bütün insanların telefonla irtibat kurmaları pek çok
açıdan riskli ve güç olurdu. Çünkü herkes birbiri adına konuşma
yapabilir, bu durumda insanları ayırt etmek mümkün olmazdı. Ayrıca
birbirinden farklı güzellikteki insan sesleri olmayacağından tek düze
bir müzik anlayışına sahip olurduk.
Ancak alemlerin Rabbi olan Allah büyük bir nimet ve lütuf olarak
insanlar arasındaki iletişimi kolaylaştırmak ve zevk alacakları şarkılar
ve sohbetler oluşturmak için; onları birbirinden farklı ve benzersiz
ses tonları ile yaratmıştır.
BİLİNMEYEN BİR MUCİZE : BİRLEŞİK PROTEİN
Proteinler, “amino asit” adı verilen daha küçük
moleküllerin belli sayılarda ve çeşitlerde özel bir sırayla
dizilmelerinden oluşan “dev” moleküllerdir.
Şimdi, üzerinde birçok telefonun bulunduğu bir ofis masası düşünün.
Masadaki bütün telefonların kordonları birbirine girip karışmış olsun.
Bu kordonları çözüp hangi kordonun hangi telefondan çıktığını anlamak
ilk bakışta mümkün olmayacaktır. Proteinler de bazı durumlarda iç içe
girmiş bu telefon kordonları gibi hatta çok daha karışık biçimde
bükülmeler yaparak birbirleriyle birleşirler.
Birçok protein ancak bu birleşmeyi gerçekleştirdikten sonra görevini
yerine getirebilecek hale gelir. Fakat proteinlerin birbirleriyle
birleşerek dev moleküller meydana getirebilmeleri için de çok hassas
dengelerin sağlanması gereklidir. Böyle olmadığında bir araya gelip
bağlanmaları mümkün olmaz. Proteinlerin birleşmeleri için gerekli olan
bu uyuma büyük yap-boz oyunlarını örnek olarak verebiliriz. Tek bir
parçanın dahi girinti ve çıkıntıları yerine uygun olmazsa, resmi
tamamlamak mümkün olmaz. Proteinler için de benzer bir durum söz
konusudur. Birleşecek proteinlerden bir tanesinin bile bağlantı şekli
uygun olmazsa, dev molekül hiçbir işe yaramaz.
Birleşik proteinlerin vücuttaki görevlerini yerine
getirebilmeleri için ayrıca, tam gerekli sayıda birleşmeleri şarttır.
Örnek olarak “insülin” hormonunu düşünebiliriz. Bu protein birden fazla
amino asit zincirinin birleşmesiyle vücuttaki şeker fazlasını depolama
emrinin verilmesini organize eder.
İnsülinin yapısındaki bir bozukluk bu molekülü işe
yaramaz hale getirecek ve kişinin şeker hastası olmasına neden
olacaktır. Çünkü insülin görevini yapmadığı zaman vücuda giren şekerler
tam olarak kullanılmadan ve ihtiyaç için depolanamadan vücuttan atılır.
Bunun sonucunda ise vücudun işleyişi sırasında gerektiğinde kanda ve
depoda şeker bulunamaz. Dolayısıyla hücrelerin ihtiyacı olan enerji
karşılanamamış olur. Bu durumda da ölüm kaçınılmazdır.
Tek başlarına veya bir araya konduklarında bir anlam ifade etmeyen
amino asitler, bu bükülmeler ve kıvrılmalar ile önemli bir anlam
kazanarak, vücut içinde hayati görevlere sahip olmaktadır. Aynı düz bir
kağıdın, bilinçli, planlı ve bir tasarıma götüren kıvırma ve
katlamalarla bir gemi veya uçak şekli alarak anlam kazanması gibi… Bu
noktada şunu da belirtmek gerekir ki, proteinin yapısı, planlı bir
şekilde katlanarak elde edilen kağıttan bir şekilden çok daha kompleks
ve organizedir. Dahası, protein molekülü, gözle dahi görülemeyecek,
hatta elektron mikroskobunda dahi tespit edilemeyecek kadar küçüktür. Bu
kadar küçük bir alana sığdırılan atomlar, önce bir plan ve tasarıma
uygun olarak dizilmekte, sonra yine bu plan ve tasarıma uygun olarak
bükülüp kıvrılmaktadır. Bunların hepsi, bilip gördüğümüz hiçbir
tasarımla karşılaştırılamayacak kadar olağanüstü ve hayranlık uyandıran
özelliklerdir.
Böylesine kusursuz, kompleks, birkaç aşamalı ve çok parçalı bir
düzenin tesadüfen oluşması açıkça görüldüğü gibi imkansızdır. Üstelik
burada anlatılanlar proteinin yapısı ile ilgili sayısız detayın en
basitleştirilmiş bir özetidir. Bu gerçek ise, canlılığın en küçük
yapıtaşlarında dahi, tesadüfen oluşum iddiasına asla yer olmadığını
kesin olarak göstermektedir.
“Onlar, ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah’ı
zikrederler ve göklerin ve yerin yaratılışı konusunda düşünürler. (Ve
derler ki:) Rabbimiz, Sen bunu boşuna yaratmadın. Sen pek yücesin, bizi
ateşin azabından koru.” (Al-i İmran Suresi, 191)
TÜM BEDENİMİZİ DENETLEYEN ENZİMLER

Pek çok sinir hücresi yuvarlak bir kütle ile son bulur. Bu yuvarlak
bölge, asetilkolin adı verilen kimyasal moleküllere uygun hassas
alıcılarla çevrelenmiştir. Sinirlerde bir uyarı oluştuğunda, asetilkolin
bu boşluğa doğru ilerler ve hemen oradaki alıcılara bağlanarak uyarı
iletimini gerçekleştirir. Bu işlemin sürekli devam etmemesi için o
bölgede bulunan asetilkolin esteraz adı verilen bir enzim devreye girer
ve asetilkolinin etkisini ortadan kaldırır. Bu enzim, günlük yaşamımıza
sağlıklı olarak devam edebilmemiz için sinir sistemimizde yeralan önemli
parçalardan bir tanesidir. |
Bazı proteinler enzim yapısındadır ve hücre içinde
sürekli olarak kimyasal reaksiyonlara katılarak vücudun metabolizmasına
ait faaliyetleri düzenlerler. İnsan hücresinin içinde 3500′den fazla
enzim bulunmaktadır. Bunlardan bir veya birkaç tanesinin eksik olması
durumunda ise hücre içi faaliyetler tamamen birbirine karışabilir. Bunun
sonucu ise hücrenin parçalanıp bozulması yani canlılığın sona
ermesidir.
Enzimlerin en önemli görevi DNA molekülünün
kopyalanmasına yardımcı olmaktır. Bunun dışında bu akıllı moleküller,
nefes almamızı, ayakta durabilmemizi, yemek yiyebilmemizi, görmemizi,
konuşmamızı, büyüyüp gelişmemizi sağlamak için hiç durmadan vücut içinde
hareket halindedirler. DNA’da kayıtlı olan genetik kodlara göre ribozom
adı verilen hücre organelinde üretilen büyük moleküller, vücut içinde
gerekli mesajları gerekli yerlere gönderir, hangi işlem için hangi
organın harekete geçmesi gerektiğini bilir, hücre içindeki fazla
maddeleri ayıklar ve vücut içinde sürekli olarak bir işe koşarlar. Bu
moleküller, becerikli birer “denetleyicidirler”.
Bir enzim molekülünü diğer protein moleküllerinden ayıran tek fark sahip
olduğu üç boyutlu şekildir. Eğer enzimler kendi özelliklerini
belirleyen bu özel üç boyutlu şekle sahip olmasalardı, hücre içi
işlemler, beyinden çeşitli organlara iletilen bilgiler ve hücre içi
denetimler olmayacak ve hücreleri yaşatmak için gerekli pek çok işlem
yapılamayacaktı.
Unutulmamalıdır ki, DNA’nın kopyalanması sırasında
meydana gelen hataları düzeltecek tek bir enzimin var olmaması, ilgili
genin işlevsiz kalmasına veya daha da kötüsü hatalı üretim yaparak
kanser başlatmasına neden olabilir. Enzimlerin vücudun farklı yerlerine
ulaşarak çeşitli işlemler gerçekleştirme yöntemleri de moleküler
dünyadaki bir başka mucizedir. Enzimin kendisine ulaşıp haber taşıdığı,
değişikliğe uğrattığı veya harekete geçirdiği molekülü tanıması
gerekmektedir. Enzim, karşısındaki molekülün üzerinde bulunan çeşitli
şekil ve yapılardan bu molekülün ne tip bir reaksiyona girebileceğini
anlar. Artık yakından tanıdığı bu molekülde reaksiyon başlatır ve
yapısında karakteristik değişiklikler meydana getirir. Önemli olan, bu
enzimin birleşeceği molekülün üç boyutlu yapısıdır.
Molekülün sahip olduğu bu üç boyutlu karmaşık geometrik
yapı, mükemmel bir şekilde enzimin moleküler yapısına uyum gösterir. Bu
adeta kilide uyan anahtar gibidir. İki molekül birbirlerine
kenetlendiklerinde bir kilit sistemi meydana gelir ve böylelikle
birbirlerini etkileyebilirler. Bu kilit sistemi sayesinde enzim,
molekülde meydana gelmesi gereken değişikliği yerine getirir. Hücrede
binlerce farklı reaksiyon olur ve bunların gerçekleşebilmesi için
binlerce farklı enzim mevcuttur.
Hücrelerimizin her birinde her dakika birkaç bin enzim
reaksiyona girer. Bazen tek bir enzim tek bir saniyede 300 ayrı molekül
ile bu birleşme işlemini gerçekleştirir. Bütün bu reaksiyonların
gerçekleşebilmesi ve enzimlerin faaliyete geçebilmesi için vücut
ısısının ve vücudun pH dengesinin de belli oranlarda olması
gerekmektedir. Belirli bir ısının üzerinde iken enzimler parçalanırlar.
Bu durum aynı zamanda bütün proteinlerin parçalanmasına neden olur.
Dolayısıyla canlı bedeni bütün bu işlemlerin gerçekleşebilmesi için son
derece hassas bir sisteme ve mekanizmaya sahip, özel olarak yaratılmış
bir bedendir. Bu hassas oranlardaki herhangi bir dengesizlik,
metabolizmanın tümüyle bozulmasına neden olabilir.
GENLER
İnsan, kalbinin atışını kontrol edemez. Yemek
yerken tükürük bezinin faaliyetlerinin denetimi kendi elinde değildir.
Kendi kontrolüne bırakılsa, her saniye nefes alması gerektiğini sürekli
olarak hatırlaması oldukça zordur. Bunun gibi sayısız vücut fonksiyonu
onun hiçbir müdahalesi olmadan gerçekleşmektedir. Ancak kendi bedeninde
kendi denetimi olmamasına karşın, sahip olduğu tüm sistemlerde kusursuz
bir işleyiş vardır.
İnsanın kromozomlarının içinde kendisiyle ilgili
her bilgi vardır. Çekirdekteki 46 kromozomun her biri, bir insan ile
ilgili tüm bilgileri taşıyan genlere sahiptir. İnsan vücudunda bulunan
bütün organlar,Allah’ın dilemesiyle hücrelerde yer alan genlerin tarif ettiği bir plan çerçevesinde inşa edilirler.
Örneğin, vücutta deri 2.559, beyin 29.930, göz
1.794, tükürük bezi 186, kalp 6.216, göğüs 4.001, akciğer 11.581,
karaciğer 2.309, bağırsak 3.838, iskelet kası 1.911 ve kan hücreleri
22.092 gen tarafından kontrol edilmektedir
ALDESTERON HORMONUNUN MUCİZEVİ ÖZELLİĞİ
Siz bu yazıyı okurken vücudunuzda milyonlarca işlem
yapılmaktadır. Bu işlemlerle bedeninizin hangi bölgesinde hangi
hücrelerin neye ihtiyaçları olduğu hesaplanmakta, hangi görevleri
yapmaları gerektiği belirlenmekte, hücrelerin ihtiyaçlarını karşılayacak
önlemler alınmakta ve hücrelere ne yapmaları gerektiği teker teker
bildirilmektedir. Bu işlemler sırasında böbrek kanalcıklarında bulunan
hücreler sodyum iyonunu (Na+) geri alırken bir taraftan da potasyum
iyonunu (K+) idrara verirler.
Çünkü sodyum ve potasyumun kanda çok özel bir oranda
bulunmaları gerekmektedir. Aldesteron hormonu ise bu önemli dengenin
sağlanmasından sorumludur.
Aldesteron Hormonu
Hayatta kalabilmeniz için vücudunuzda, her an,
sayılamayacak kadar çok dengenin sağlanması gerekir. İnsan, günlük
yaşamını sürdürürken bu dengelerin hiçbirinin farkında değildir.
Örneğin, şu anda kan basıncınızın değeri birçok ayrı sistem tarafından
ayarlanmaktadır. Böbrek üstü bezlerinin ürettiği “aldosteron” isimli
hormonun görevi;
- Kan basıncınızın düşmesini engellemek,
- Vücudunuzdaki sodyum dengesini düzenlemektir.
Vücudumuzda 1 gramın 10 milyonda biri kadar az bir miktarda aldosteron
hormonu bulunmaktadır. Yapılan araştırmalar 1 ton böbrek üstü bezinden
yalnızca 10 mg aldosteron salgılandığını belirlemiştir. Bu da çok önemli
bir gerçeği ortaya koymaktadır. 1 gram aldosteron hormonu elde etmek
için toplam 10 milyon insanın böbrek üstü bezlerinin ürettikleri
aldosteronu biriktirmek gerekmektedir. İnsan vücudu o kadar hassas bir
denge ile yaratılmıştır ki, bu kadar az miktarda bulunan bir hormonun
eksikliği ölüme neden olabilir.
İnsan vücudundaki her hücre özel bir görev için yaratılmış, özel
niteliklerle donatılmış ve görev yapması gereken yere yine özel olarak
yerleştirilmiştir.
Allah bir ayette şöyle buyurmaktadır:
“Göklerin ve yerin mülkü O’nundur; çocuk edinmemiştir. O’na
mülkünde ortak yoktur, her şeyi yaratmış, ona bir düzen vermiş, belli
bir ölçüyle takdir etmiştir.”
(Furkan Suresi, 2)
HAYATİ BİR ORGANEL : SİLYA
Nefes alırken aslında havayla birlikte birçok zararlı maddeyi de solumuş
oluruz. Ancak bu bizi etkilemez. Çünkü vücut için zararlı olan birçok
madde akciğerlere ulaşamadan belirli güvenlik kapılarında tutularak
etkisiz hale getirilir.
Burundan bronşlara kadar bütün solunum yollarının yüzeyi mukus adlı
bir tabakayla kaplıdır. Bu maddenin, solunum yollarını nemlendirici bir
özelliği vardır. Bu sayede havayla birlikte solunan toz gibi küçük
maddeleri tutarak, akciğere girmelerini engeller. Ancak mukus tarafından
tutulan yabancı maddelerin, zamanla solunum yollarında birikmemesi için
dışarıya atılmaları gerekir. Bunun için de vücudumuzdaki bir başka
güvenlik mekanizması devreye girer.
Bu mekanizmada solunum yollarının yüzeyini kaplayan
silya adındaki sivri uçlu kamçılar görev alır. Solunum yollarının
yüzeyindeki hücrelerin her birinin üstünde 200 silya bulunur. Bunlar
saniyede 10–20 vuruş yaparak yutağa doğru sürekli bir çarpma hareketinin
oluşmasını sağlar. Bu bölgedeki silyaların hareket yönleri hep yutağa
doğrudur. Bu şekilde içinde yabancı madde barındıran mukusun dakikada 1
cm. hızla yutağa doğru ilerlemesini sağlar. Burundaki silyalar ise
bulundukları bölgede mukusun bu kez aşağı doğru hareket ettirilmesi
gerektiğini bilir ve tam aksi yöne kamçı hareketi yapar. Böylece
burundaki mukusta yer alan maddelerin yutağa gelmesini sağlar. Solunum
sistemi bu düzen sayesinde zararlı maddelerden arındırılmış olur.
Görüldüğü gibi silya isimli tüycüklerin, görmek için gözleri,
düşünebilmek için beyinleri olmamasına rağmen kendilerine kıyasla
kilometrelerce uzaktaki yutağın yerini tespit edebilmektedirler. Bunun
yanı sıra yabancı maddelerin akciğere gönderilmesinin bedene zarar
vereceğini bilmekte ve bulundukları bölgede bunu engelleyecek şekilde,
birbirleriyle tam bir uyum içinde, hep gereken yönde hareket
etmektedirler.
Bilim adamlarının çeşitli deneylerle, farklı araçlar kullanarak, uzun
yıllardır süren araştırmalarına rağmen çalışma mekanizmasını tam olarak
keşfedemedikleri, metrenin 2 milyonda biri boyundaki bu tüycükler,
yeryüzünde ilk insan varolduğundan beri kusursuz bir mekanizmayla
çalışmaktadır. Üstelik bu görevlerini şimdiye kadar yaşamış olan
insanlarda da eksiksiz olarak sürdürmüşler ve bundan sonra da yaşayacak
olan insanlarda da yine sürdüreceklerdir.
KALBİMİZ İHTİYAÇ ORANINDA KAN POMPALAR
Kalbin mucizevi özelliklerinden
biri, vücudun gereksinim duyduğu oranda kan pompalayabilmesi, vücudun
ihtiyacını tespit edebilmesidir. Kalp, dinlenme halindeki bir kişide
dakikada yalnızca 4-6 litre kan pompalar. Bu miktar o anda bu kişi için
yeterlidir, çünkü vücuttaki hücrelerin bu aşamada fazla miktarda
oksijene ihtiyaçları yoktur. Ancak egzersiz yapan bir kişide oksijen
ihtiyacı artar, hücrelere oksijenin daha hızlı biçimde iletilmesi
gerekir. Kalp hemen bu ihtiyacı tespit eder ve daha hızlı atmaya başlar.
Egzersiz sırasında kalbin dakikada pompaladığı kan miktarı dört ila
yedi kat kadar artmıştır.

Bir su tesisatı kurduğunuzu düşünün. Bu tesisatın saniyede en az 1,
dakikada ise ortalama 65-70 kere su pompalaması ve suyu yaklaşık 100
trilyon eve ulaştırması gereksin. Üstelik aynı tazyikle… Kuşkusuz böyle
bir tesisat pek çok yönden oluşturulması imkansız bir sistemdir. Oysa
bedende bu örnekle kıyaslanmayacak kusursuzlukta bir ağ sistemi
mevcuttur. Vücuttaki her hücreye ulaşabilen damar ağı, beden içinde
mükemmel ve bilinçli bir dağıtım sisteminin olduğunun bir başka
kanıtıdır. |
Şimdi kalbin bahsettiğimiz bu belli başlı özelliklerinin
mükemmelliğini görmek için bir karşılaştırma yapalım. Bir su tesisatı
kurduğunuzu düşünün, bu tesisat saniyede en az bir, dakikada ise
ortalama 65-70 kere su pompalayacak olsun. Bu pompa ile her saniye “yüz
trilyon” kişinin evine, aynı tazyikle su gitmesi gereksin. Aynı zamanda
tesisatın, hangi evin ne kadar suya ihtiyacı olduğunu da tespit etmesi,
ihtiyaç duyulan eve daha fazla miktarda su göndermesi gereksin. Kurulan
bu sistemin, en az 70 sene boyunca, en küçük bir arıza göstermemesi,
paslanıp çürümemesi, evlere ulaşan hatların tek bir tanesinin bile
devreden çıkmaması ise önemli ayrıntılardan birkaçı olsun.
Böyle bir sistem nasıl meydana getirilebilir? Bu, pek
çok yönden imkansızdır. Aynı tazyik ile aynı anda yüz trilyon evin
ihtiyacını karşılamanız zordur. Bu kadar büyük bir hızla ve değişmeyen
bir ritimle hareket eden bir makinenin ise, 10-15 seneden fazla
dayanması söz konusu olamaz. Bu aşamaya gelene kadar bile, makinenin
mutlaka defalarca bakımdan geçirilmesi ve meydana gelen aksaklıkların
giderilmesi gerekmektedir. Böyle bir mekanizmanın hatasız olarak uzun
yıllar işlemesi imkansızdır. Ayrıca bahsettiğimiz sıradan bir cihazdır.
Bu cihazın, evlerdeki ihtiyaçları tespit edip, durum değerlendirmesi
yapıp ihtiyaç olan yerlere fazla miktarda su gönderdiğini iddia etmek
mantıkla uyuşmayacaktır.
Bütün bunların yanı sıra, kurduğunuz bu tesisatın bir
insan aklının denetiminde olduğunu da hatırlatmak gerekir. Her aşaması
sizin veya sizin gibi akıllı varlıkların kontrolündedir. Tesisatı siz
kurmuş, boruları siz döşemiş, bakımını siz yapmışsınızdır. Böyle bir
mekanizmanın geçen binlerce yıl içinde, demir ve çimentonun biraraya
gelerek kendi kendine oluştuğunu, tesadüfen oluşmuş bir miktar suyu
aniden ritmik bir şekilde pompalamaya başladığını daha sonra da tam yüz
trilyon eve ulaşacak bir boru sisteminin kendi kendine döşendiğini
elbette iddia edemezsiniz. Buna çevrenizdeki tek bir kişi bile
inanmayacaktır. Sistemin akıllı bir varlık tarafından meydana
getirildiği açıktır.
Ancak evrimciler, bu yapay sistemle kıyas bile olmayacak
mükemmellikteki kalp-dolaşım sisteminin kör tesadüfler sayesinde
meydana geldiğini iddia edebilmektedirler. Henüz anne karnında atmaya
başlayan bu muazzam pompanın kontrolsüz ve rastgele olaylar sonucunda
hareketlenip insanı yaşattığını öne sürerler. Bu benzersiz eserin sahibi
olan Yüce Kudret’in açık varlığını görmezden gelirler. Ama bu mucizevi
organ, her özelliğinde, Allah’ın üstün aklını ve gücünü insanlara
tanıtmaktadır. Ayetlerde şöyle buyrulur:
İnsan, ‘kendi başına ve sorumsuz’ bırakılacağını mı
sanıyor. Kendisi, akıtılan meniden bir damla su değil miydi? Sonra bir
alak (embriyo) oldu, derken (Allah, onu) yarattı ve bir ‘düzen içinde
biçim verdi.’ Böylece ondan, erkek ve dişi olmak üzere çift kıldı.
(Öyleyse Allah,) Ölüleri diriltmeye güç yetiren değil midir? (Kıyamet
Suresi, 36-40)
YAŞAMIMIZI BORÇLU OLDUĞUMUZ TÜYCÜKLER
Silya isimli tüycükler, insanın ilk oluşumunda da
üstlendikleri bir hayati görevle karşımıza çıkmaktadırlar. Sperm ve
yumurtanın birleşip hücreyi oluşturmalarından önce olgunlaşmış
yumurtanın anne rahmine gitmesi gerekmektedir. Bunun için öncelikle
olgunlaşmış yumurtanın, yumurtalıktan dışarı bırakılmasına az bir zaman
kala fallop tüpü, bu yumurtayı yakalayabilmek için harekete geçer.
Hassas dokunuşlarla yumurtalığın üzerinde yumurta hücresini bulmaya
çalışır. Çünkü olgunlaşmış yumurtanın döllenebilmesi için mutlaka fallop
tüpünün içine girmesi gerekir. Sonunda fallop tüpü olgunlaşan yumurtayı
bulur ve içine çeker. Artık yumurta hücresinin yolculuğu başlamıştır.

Yumurta döllenebilmek ve anne rahmine ulaşabilmek için
fallop tüpü boyunca uzun bir yol katetmek zorundadır. Nitekim fallop
tüpünün içinde bulunan milyarlarca hücre yumurtayı rahme ulaştırmakla
görevlendirilmiştir. Bu hücreler yüzeylerinde bulunan silya isimli
tüycükleri aynı yöne doğru hareket ettirirler. Böylece adeta elden ele
çok kıymetli bir yükü taşır gibi, yumurta hücresini gitmesi gereken yöne
doğru iletirler. Sonunda yumurta, kendisini arayan spermlerle
karşılaşır. Spermlerden yalnızca bir tanesi yumurtaya girmeyi
başaracaktır. Döllenmiş yumurta da fallop tüpündeki tüycüklerin (silya)
yardımıyla anne rahmine doğru ilerler. Her hücre üzerine düşen görevi
eksiksiz yerine getirir. Çünkü Allah’ın yaratışı kusursuzdur.
Allah’ın kusursuz yaratmasını haber veren ayetlerden birinde şöyle buyrulmaktadır:
“… Rahman (olan Allah)ın yaratmasında hiçbir ‘çelişki ve
uygunsuzluk ‘ (tefavüt) göremezsin. İşte gözü(nü) çevirip-gezdir;
herhangi bir çatlaklık (bozukluk ve çarpıklık) görüyor musun? Sonra
gözünü iki kere daha çevirip gezdir; o göz (uyumsuzluk bulmaktan)
umudunu kesmiş bir halde bitkin olarak sana dönecektir.” (Mülk Suresi, 3–4)
KOKU HAFIZASI
Koku alma duyusu ile hafıza birbirlerine sıkı sıkıya
bağlıdır. Çevremizdeki kokuları yabancılık çekmeden tanımamızın nedeni
bir koku hafızasına sahip olmamızdır. Her türlü koku, özel bir
kodlamayla koku belleğinde arşivlenir. Bir kokuyla karşılaştığımız anda,
bu arşive başvurularak koku tahlil edilir. İlk defa duyumsadığımız,
hafızamızda bilgileri bulunmayan bir koku da diğer kokulara benzetilerek
yorumlanır. Böyle bir belleğimiz olmasaydı, bir kokuyu tanımlamak
imkansız hale gelecekti.
Koku ile hafızanın ilişkisi bu kadarla da sınırlı
kalmaz. Çünkü kokular, kendileriyle bağlantılı olarak geçmişte yaşanan
bazı olayları da aklımıza getirirler. Yolda yürürken rastladığımız
tanıdık bir parfüm kokusu, bize o parfümü kullanan arkadaşımızı
hatırlatır. Bir yemek kokusu, seneler öncesine ait eski bir olayı
zihnimizde canlandırabilir. Aynı koku bir insanda güzel hisler
uyandırırken bir başkasında hoşa gitmeyen duygular oluşturabilir.
Peki, kokuların yıllar boyunca ve algılandığı sırada
hissedilen duygularla birlikte saklandığı yer neresidir? Binlerce farklı
kokuya ilişkin bilginin depolandığı ve oldukça büyük bir kapasiteye
sahip olduğu anlaşılan koku bilgi bankası nerededir? Bu soruların
yanıtları henüz kesin olarak verilememiştir. Bununla birlikte, kokulara
ilişkin bilgilerin beyindeki hipokampus ve amigdala bölgelerinde
toplandığı düşünülmektedir.
Bu konuda yapılan araştırmaların ortaya koyduğu sonuçlar
açıktır: Koku belleğiniz, (ciddi bir hastalık veya kaza geçirmediğiniz
takdirde) yaşadığınız sürece size koku bilgi bankası gibi hizmet verir.
Üstelik durağan değil, dinamik bir yapıya sahiptir, edinilen yeni
tecrübelere göre sürekli olarak kendini yeniler. Hayatınızda ilk defa
kokladığınız bir kimyasal madde ile ilgili veriler hafızanıza kaydedilir
ve böylece daha sonraki karşılaşmanızda söz konusu kokuyu rahatlıkla
tanımlarsınız. Dikkat edin, koku belleğini oluşturanlar proteinlerden
oluşan hücrelerdir; bu hücreler geniş bir arşiv kurmakta ve yeni
kokulara göre sözü edilen arşivi geliştirmektedirler. Küçük bir kıyas
yapalım. İnsanlığın en önemli buluşlarından biri olarak kabul edilen
bilgisayarınız dahi kendiliğinden güncelleşmez; siz yeni programlar
yüklemediğiniz sürece eskileri olduğu gibi kalırlar. Koku bellek
hücrelerinin arşivcilik özelliği de kendi kendine ortaya çıkmamıştır.
Onları yaratan Allah’tır, onlardaki üstün tasarım da Allah’ın rahmet ve
ilim bakımından herşeyi kuşatıp-sarmasının (Mümin Suresi, 7) sayısız
delillerinden birisidir.

Kokulara ilişkin bilgilerin beyindeki hipokampus ve amigdala bölgelerinde toplandığı düşünülmektedir. |
Koku belleğini görsel ve işitsel hafızadan ayıran önemli
bir nokta vardır. Kokuya ilişkin bilgilerin diğerlerine göre daha uzun
süreler boyunca kalıcı olduğu anlaşılmıştır. Bir kokuyu algılamanızla
birlikte birçok anınızın da canlanması işte bu nedenledir. Bu koku bir
çiçekten, bir baharattan hatta bir insandan kaynaklanıyor olabilir.
Yapılan araştırmalar göstermiştir ki, her insanın kokusu, parmak izi
gibi, tamamıyla kendine özgüdür. (Sadece tek yumurta ikizleri bu duruma
bir istisna teşkil eder.) Özel eğitimli köpekler suçluyu ararken, onun
ten kokusunun izini sürerler; kişiye özel koku nedeniyle de suçluyu
diğerlerinden ayırt edebilirler. Nitekim Kuran’da haber verilen, Hz.
Yusuf’un kokusunun babası tarafından yıllar sonra bile fark edilip
tanınması da bu duruma işaret ediyor olabilir. Hz. Yusuf’un
çocukluğundaki kokusunu bilen babası aradan seneler geçmesine rağmen
aynı kokuyu hatırlamaktadır. Bunu haber veren ayette şöyle
buyrulmaktadır:
Kafile (Mısır’dan) ayrılmaya başladığı zaman,
babaları dedi ki: “Eğer beni bunamış saymıyorsanız, inanın Yusuf’un
kokusunu (burnumda tüter) buluyorum.” (Yusuf Suresi, 94)
BEZELYE BÜYÜKLÜĞÜNDEKİ YÖNETİCİ
Vücudumuzda yaklaşık 100 trilyon hücre vardır. Peki bu
kadar çok sayıda hücrenin uyumunu sağlayan nedir? İşte bu uyumu sağlayan
vücudumuzdaki hormonal sistemdir.
Bezelye tanesi büyüklüğündeki hipofiz bezi, hormonların
yöneticisi ve düzenleyicisidir. Beynin “hipotalamus” isimli bölgesinin
kontrolü altında çalışır. Küçük bir et parçası görünümünde olan hipofiz
bezi, hipotalamustan gelen bilgiler sayesinde bizim hangi şartlarda neye
ihtiyacımız olduğunu, bu ihtiyacı gidermek için hangi organımızdaki
hangi hücrelerin çalışması gerektiğini, bu hücrelerin kimyasal
mekanizmalarını, fiziksel yapılarını, üretilmesi gereken ürünleri ve
üretimin durdurulması gerektiği zamanı bilir. Ayrıca çok özel bir
haberleşme sistemi sayesinde bu ihtiyaçların karşılanması için gerekli
yerlere bütün emirleri verir.
DNA’DAKİ ÖZEL PROTEİN; HİSTON
İnsan vücudunda DNA bilgi saklamak için, RNA da kopyalama, taşıma ve üretim aşamaları için en ideal yapıdadır.
İnsanın kemik hücresi olsun, karaciğer hücresi olsun,
böbrek hücresi olsun, vücudunun her bölgesindeki hücrelerin içindeki
DNA’larda, insanın bütün organlarını oluşturacak bilgiler saklıdır.
Fakat saklanan bu bilgilerden, yalnızca ilgili organ için üretilecek
proteinlerin meydana getirilmesi sağlanır. Diğer bir ifadeyle, her
hücrede, insan vücudunun her organına ait protein bilgileri saklanır;
fakat bu proteinlerin hepsi üretilmez. Yalnız meydana getirilecek
organla ilgili proteinler üretilir.
Bunun sağlanması için de, DNA’nın üzeri, o organ için gerekli olmayan
proteinlerin üretilmesini engelleyecek şekilde “histon” adı verilen özel
bir proteinle örtülür. . Bugün bilim adamlarını merakta bırakan en
büyük sırlardan birisi ise, hücrelerdeki “histon”ların, hangi genlerin
üzerini örtüp hangilerinin üzerini açık bırakacağını nereden
bildikleridir.
TERLEYEREK SOĞUMAK
Suyun gizli ısısının ve termal kapasitesinin tüm diğer
sıvılardan yüksek olması, bizim için çok önemlidir. Bu özellik, çoğu
insanın neye yaradığını bilmediği çok önemli bir vücut işlevimizin temel
anahtarıdır. Bu işlev, terlemedir.
Gerçekten de, terleme neye yarar?
Bunu incelemek için konuyu biraz daha baştan almak
gerekir. Bütün memeli canlılar, aşağı yukarı aynı vücut sıcaklığına
sahiptirler. 35-40°C arasında değişen bu sıcaklık, insanlarda da normal
şartlarda 37°C civarındadır. Bu çok hassas bir ısıdır ve mutlaka sabit
tutulması gerekir. Vücut sıcaklığı birkaç derece düştüğünde donma
tehlikesi ile karşı karşıya geliriz. Birkaç derece yükseldiğinde ise
ciddi biçimde güçten düşeriz. Vücut ısısının 40°C’nin üzerine çıkması
ise, ölüm tehlikesi anlamına gelir.
Kısacası vücudumuzun ısısı ancak birkaç derece oynayabilecek kadar hassas bir dengeye sahiptir.
Ama vücudumuzun bu noktada önemli bir sorunu vardır: Sürekli olarak
hareket etmektedir. Bütün fiziksel hareketler, makinaların çalışmaları
da dahil, enerji üretimi gerektirirler. Enerji üretimi de her zaman için
ısı açığa çıkarır. Bu ısıyı kolaylıkla hissedebilirsiniz de.
Bilgisayarınızın başından kalkıp, kızgın Güneş’in altında 10 kilometre
koşup geri gelirseniz, vücudunuzun ısındığını çok açık olarak
hissedersiniz.
Ama aslında yine de fazla ısınmazsınız.
Isının birimi kaloridir. Normal bir insan 10
kilometrelik yolu bir saat içinde koştuğu zaman, yaklaşık 1000 kalorilik
bir ısı açığa çıkarır. Eğer koşu sırasında bu ısı vücuttan atılmasa,
koşan kişinin vücut ısısı o kadar artacaktır ki, koşucu daha birinci
kilometrenin içinde komaya girecektir.
İşte bu büyük tehlike, suyun sahip olduğu iki özellik sayesinde engellenir.
Bu özelliklerin birincisi, suyun yüksek termal
kapasitesidir. Yani suyun ısısını artırmak için çok yüksek kalori
gerekir. Bu sayede, % 70′i sudan oluşan vücudumuz çok hızlı bir şekilde
ısınmaz. Örneğin bizim vücut ısımızı 10°C arttıracak olan bir hareket,
eğer vücudumuz temel olarak alkolden oluşsa, ısımızı 20°C arttıracaktır.
Diğer maddeler daha da vahimdir: Tuz 50°C, demir 100°C, kurşun ise
300°C’lik artışlar yaşatacaktır. Ama suyun yüksek termal kapasitesi,
bizi bu gibi korkunç ısı değişimlerinden korur.
Ancak başta da belirttiğimiz gibi 10°C’lik bir artış bile bizim için
ölümcüldür. Bunu gidermek içinse, suyun diğer bir özelliği, yani gizli
ısısının yüksekliği devreye girer.
Vücut, açığa çıkan ısı karşısında kendisini serinletmek
için terleme mekanizmasını kullanır. Terleme sırasında deriye yayılan
su, hızla buharlaşır. Bu buharlaşma sırasında ise, gizli ısısı çok
yüksek olduğu için, yüksek ısıya ihtiyaç duyar. Bu ısıyı vücudumuzdan
çekip alır ve böylece bizi soğutmuş olur. Bu soğutma o kadar etkilidir
ki, bazen üşütmeye bile neden olabilir.
Suyun termal özellikleri, vücutta oluşan fazla ısıdan terleme yoluyla kurtulmamızı sağlar. |
Bu sayede, üstte ele aldığımız 10 kilometre koşucusu,
sadece bir litre terinin buharlaşması sayesinde, vücut ısısını 6°C
düşürür. Ne kadar fazla enerji harcarsa vücut ısısı o kadar artacak,
buna karşılık o kadar fazla terleyip-soğuyacaktır. Vücudun bu mükemmel
termostat sistemini mümkün kılan etkenlerin başında ise, suyun termal
özellikleri gelmektedir. Başka hiçbir sıvı su gibi iyi terletemez. Eğer
su yerine başka bir sıvı, örneğin alkol kullanılsa, sıcaklık 6°C değil,
sadece 2.2°C düşecektir. Amonyak ise 3.6°C’lik bir düşüş sağlayabilir.
Olayın çok önemli bir başka yönü daha vardır. Eğer
vücudun içinde oluşan ısı, yüzeye, yani deriye aktarılamazsa, suyun
sözünü ettiğimiz bu iki özelliği ve buna dayalı terleme sistemi yine de
bir işe yaramayacaktır. Bu nedenle, vücudun yapısının, ısıyı çok hızlı
iletebilir olması gerekir. İşte bu noktada suyun bir diğer özelliği
devreye girer: Su, diğer bilinen tüm sıvıların aksine, çok yüksek bir
termal iletkenliğe, yani ısıyı iletebilme yeteneğine sahiptir. Bu sayede
vücut, içinde oluşan yüksek ısıyı hızla deriye taşır. (Hatta bunun için
deriye yakın olan kan damarları genişler ve biz de bu yüzden
ısındığımız zaman kızarırız.) Eğer suyun termal iletkenliği birkaç kat
kadar daha az olsa, vücutta oluşan ısının yüzeye taşınması çok
yavaşlayacak, bu da yine memeliler gibi kompleks canlıların yaşamını
imkansız hale getirecektir.
Tüm bunlar, suyun birbirinden farklı üç termal özelliğinin ortak bir
amaca, yani insan gibi kompleks canlıların serinletilmesine hizmet
ettiğini göstermektedir. Su, bu iş için seçilmiş özel bir sıvıdır.
VÜCUDUMUZDAKİ KOORDİNASYON
Koordine edilmiş bir hareketi yapabilmek için herşeyden
önce o hareketle ilgili vücut organlarının konumlarının ve birbirleriyle
ilişkilerinin bilinmesi gereklidir. Bu bilgi beyne; gözlerden, iç
kulaktaki denge mekanizmasından, kaslardan, eklemlerden ve deriden
gelir. Her saniye milyarlarca bilgi işlenir, değerlendirilir ve bunlara
göre yeni kararlar verilir. İnsanın ise kendi vücudunda gerçekleşen bu
başdöndürücü hızdaki işlemlerden haberi bile yoktur. O yalnızca hareket
eder, güler, konuşur, koşar, yemek yer, düşünür. Bu işlemlerin yapılması
için hiçbir çabası olmaz. Örneğin basit bir gülümseme için bile on yedi
kasın aynı anda çalışması gereklidir. Bu kaslardan birinin çalışmaması
veya yanlış çalışması yüz ifadesini tamamen değiştirir. Yürüyebilmek
için ise ayaklarda, bacaklarda, kalçada, kasıklarda ve sırtta elli dört
ayrı kas uyum içinde çalışmalıdır.
Kaslar ve eklemlerin içinde, vücudun o anki konumuna ait bilgileri veren
milyarlarca küçük, mikroskobik algılayıcı vardır. Bu algılayıcılardan
gelen mesajlar, merkezi sinir sistemine ulaşır ve burada yapılan
değerlendirmeye göre, kaslara yeni emirler gönderilir.
ELEKTRİĞİN VÜCUDUMUZ AÇISINDAN ÖNEMİ
Vücudumuz elektrik enerjisi olmadan çalışamaz;
elektrik her birimizin yaşamını sürdürebilmesi, konuşabilmesi, hareket
edip istediklerini yapabilmesi için hayati önem taşır. Aksi takdirde
kişi ya felç olur ya da ölür. Çünkü elektrik olmadığında bütün yaşamsal
faaliyetler durur. İnsan elektrikle iletişimini sağlayan, elektrikle
hareket edebilen ve elektrikle beş duyusunu kullanabilen bir varlıktır.
Kişi bunun hiç farkında olmasa da, dünyaya geldiği andan itibaren
tümüyle elektrik enerjisine bağlı mekanizmalarla görmeye başlar,
bunlarla çevresini tanır ve gelişir.
Ölmek üzere olan kalbi durmuş bir hastaya ilk olarak
elektrik şoku uygulanmasının sebebi de budur. Böyle bir durumdaki
hastaya iyileşmesi için ilaç, vitamin veya herhangi bir besin maddesi
verilmez. Vücuda fayda sağlayacak çok sayıda madde varken kalbin
çalışması için öncelikle elektriğe ihtiyaç duyulur. Çünkü vücudun
elektrik sistemi herhangi bir nedenle bozulduğunda veya canlandırılması
gerektiğinde, hiçbir şey elektriğin yerini tutmaz.
DÜNYANIN EN KOMPLEKS ŞEBEKESİ; BEYİN
İnsan beyni birçok işi aynı anda yürütebilecek bir
sisteme sahiptir. Örneğin bir kişi, beynindeki kusursuz yapı sayesinde
bir yandan arabasını kullanırken, bir yandan teybinin ayarlarını
yapabilir, o sırada direksiyonu da rahatlıkla idare edebilir. Birçok işi
aynı anda yapmasına rağmen önündeki arabalara ya da yayalara çarpmaz.
Aynı anda ayaklarıyla gaz pedalını idare edebilir. Radyo dinlerken
söylenenleri de tam olarak anlayabilir. Konuşmasına kaldığı yerden devam
edebilir. Kısacası bir insan, beynindeki olağanüstü kapasite sayesinde
aynı anda pek çok işi yapabilir. Bu uyumu sağlayan ise beyindeki sinir
hücrelerinin birbirleri ile olan bağlantılarıdır.
Beyindeki kusursuz sistemi oluşturan en önemli
unsurlardan biri, sayıları 100 milyar civarında olan sinir hücreleridir
ve bu hücreler arasındaki iletişimi sağlayan 100 trilyon bağlantıdır.
100 trilyon çok büyük bir sayıdır. Bu sayının büyüklüğünü biyokimya
profesörü Michael Denton şöyle ifade eder:
“100 trilyon elbette algılarımızın üzerinde bir sayıdır. Amerika’nın
yarı büyüklüğünde bir arazi düşünün. Eğer bu bölgenin tamamının
ağaçlarla kaplı olduğunu ve her ağacın 10 bin tane yaprağı olduğunu
kabul edersek, işte tüm bu bölgedeki yaprak sayısı, beynimizdeki
bağlantıların sayısına yakın olacaktır.”
GÖZ VE BEYNİN MUHTEŞEM UYUMU
“Saniyenin binde biri” gibi oldukça kısa bir zaman dilimi…
İnsan sahip olduğu şuur ve zekaya rağmen bu kısa zamada kendi bilgisi dahilinde hiçbir işlemi yerine getiremez.
Ancak göz ve beyin kusursuz bir uyumla “saniyenin binde biri”nde olağanüstü işlemler gerçekleştirir.
Örneğin lens tarafından retinada odaklanan görüntü elektrik
sinyallerine dönüştürülür ve “saniyenin binde biri”nde, optik sinirler
aracılığıyla beyne ulaştırılır. Bu sayede lezzetli bir yiyeceğe bakarken
ve ardından onu alıp iştahla yerken, görme, algılama ve eyleme
dönüştürme hareketi çok seri bir biçimde gerçekleştirilmiş olur.
Bir video klip seyrederken, yaklaşık 2-3 saniyede bir, bir dizi hızlı
ve birbiriyle bağlantısı olmayan görsel sahnenin değişimini takip
ederiz. Bu hızda bir değişim, eski moda bir televizyon için hızlı
olabilir. Ancak bu değişim hızı, görüntüleme sistemlerinin en mükemmeli
olan gözün hareketleri ile oluşan değişim hızına göre yedi kat daha
yavaş kalır. Çünkü gözlerimiz, kalp atışlarımıza oranla dahi daha sık
hareket ederler. Ayrıca tıpkı kalp atışlarımızı kontrol edemediğimiz
gibi, farkında olmadan gözlerimizin hareketlerini de kontrol edemeyiz.
Kuşkusuz bu durum beynin sürekli bu bilgileri dengelemek zorunda olması
anlamına gelir ve bu, ancak bir dizi mucizevi olayın birbirini izlemesi
ile gerçekleşebilir.
Beyin Sürekli Değişen Görüntüleri Nasıl Organize Eder?
Son derece gelişmiş bir bilgisayar gibi çalışan beyin
aslında tıpkı diğer organlar gibi milyonlarca küçük hücreden oluşmuştur.
İnsan beyninin yüzeyinde her milimetrekarede 100.000 dolayında sinir
hücresi vardır. Bu, beyinde toplam olarak yaklaşık 10.000.000.000 (10
milyar) sinir hücresi bulunduğu anlamına gelir. Yani beyin 10 milyar
küçük canlının oluşturduğu bir organdır. Bu canlılardan bir kısmı gözden
gelen mesajları yorumlayarak, birbirleri ile koordinasyon halinde görme
olayını gerçekleştirirler. Bu sayede son derece yüksek bir hızla
değişen görüntüler, kişinin kavrayabileceği bir şekilde organize edilmiş
olur.
Göz ve Beyin Arasındaki Teknik İşlemler Otomatik Olarak Gerçekleşmeseydi?…
Kuşkusuz görme işlemi gerçekleşirken insan hiçbir zaman görüntünün
netliği ve sabitliği için gereken hesapların, kendi beyninde otomatik
olarak yapıldığını fark etmez. Eğer böyle hızlı çalışan bir hesap
sistemi olmasaydı, dış dünyadaki objelere ait kavramlar devamlı olarak
karışacağından hayat son derece güçleşirdi. Hiçbir aracı kullanamaz,
yolda bile yürüyemezdik. Dış dünya, perspektifi olmayan karmaşık
şekiller yığını haline gelirdi.
Şuursuz hücrelerin birbirleri ile bu bilgi alışverişini yapabilecek
bağlantılara sahip olması ve işlem yapabilmesi hücrelerin bu özellikleri
ile birlikte Yüce Allah tarafından yaratıldıklarının açık birer
delilidir. Bir ayette şöyle buyrulmaktadır:
“O, sizin için kulakları, gözleri ve gönülleri inşa edendir; ne az şükrediyorsunuz.” (Mü’minun Suresi, 78)
KULAĞIMIZDAKİ MUCİZEVİ DETAY
Kulakla ilgili çok az bilinen oysa çok önemli
olan bir ayrıntı vardır. Kulağımız dış ortamdan gelen zararlı seslere
karşı hassas biçimde korunmuştur. Kulakta bulunan iki küçük kas, refleks
kasılmalarla iç kulağımızın hassas yapısını korurlar.

Dış dünyadan gelen şiddetli bir sesle
karşılaştığımızda, sinyal işitme siniri ile beynimize girer girmez,
saniyenin onda ikisi gibi bir hızla refleks mekanizma harekete geçer, bu
iki kas uyarılır. Kasların kasılmasıyla çekiç ve üzengi kemikleri, ses
sinyalini ilettikleri yönün ters tarafına doğru çekilirler, adeta
frenlenirler! Böylece iç kulağa giden ses şiddeti azaltılmış olur.
Günlük hayatımızdan bir örneği düşünerek bu refleksi
daha iyi anlayabiliriz. Hepimiz hoparlörlerin yayın yaptığı çok
gürültülü yerlerde bulunmuşuzdur. Böyle bir ortama ilk girdiğimiz an
şiddetli ses bizi rahatsız eder. Çok kısa bir zaman sonra ise sese
alışırız. İşte bunu sağlayan, bu ufak kasların kasılmasıdır. Ayrıca bu
iki kasın hareketi son derece şuurlu bir işlemdir. Kaslar her ses
şiddetinde kasılsalardı dış dünyadan gelen normal seslerin de şiddetini
azaltmış olacaklardı. Oysa sadece iç kulağa zarar verebilecek yüksek
seviyeli sesler karşısında kasılırlar.
HORMON MUCİZESİ
Siz hiç farkında olmadığınız halde, vücudunuzda her an
binlerce emir gider gelir ve yaşamınızı en uygun ve en kolay hale
getirir.
Örneğin, heyecanlandığınızda veya korktuğunuzda, sinir
hücreleriniz derhal sinyal sistemini uyarır ve büyük bir hızla ve yolunu
şaşmadan hedefe ulaşarak böbrek üstü bezlerinizi hareketlendirir.
Mesajı alan böbrek üstü bezleri adrenalin hormonu salgılar. Adrenalin
hormonu ise kana karışarak, neredeyse bütün vücudu alarma geçirir.
Sindirim organlarının hareketlerini engeller ve sindirme sürecini
durdurur. Böylece sindirime katılmayan önemli miktarda kan, kasları
beslemek üzere boşta kalmış olur. Aynı zamanda kalbin ritmi hızlanır,
kan basıncı artar. Akciğerlerin bronşları genişleyip, oksijen girişini
ve kanın oksijenle beslenmesini hızlandırır. Kandaki şeker miktarı
artar. Bu da kaslara fazladan enerji sağlar. Nihayet gözbebekleri
genişler ve gözlerin ışık uyarımlarına karşı duyarlılığı artar. Bütün bu
etkiler biraraya geldiğinde ise, bir insan ister kaçma, ister savunma,
isterse de saldırma durumuna geçmek üzere olsun, her durumda büyük bir
performans göstermeye hazır duruma gelir.
PAMUK İPLİĞİNE BAĞLI HAYATIMIZ
Tek bir enzimin eksikliği ile insan nesli yok olabilir.
Bunu görmek için sadece bir örnek dahi yeterlidir…Sinir hücreleri
vücudumuzu bir ağ gibi sarar. Bu sinir ağı üzerinde sürekli bir bilgi
akışı gerçekleşir. Sinirler boyunca ilerleyen elektrik sinyalleri, beyin
ve organlar arasında her an sayısız emir ve uyarı taşırlar. Ancak sinir
hücreleri vücudun bir ucundan diğer ucuna uzanan tek parça kablolar
şeklinde değildir. Ucuca eklenmişlerdir, ama aralarında boşluklar
vardır. Birbirlerine değmezler bile.
Peki elektrik akımı bir sinirden ötekine nasıl geçmektedir?
İşte bu noktada çok karmaşık bir kimyasal sistem devreye
girer. Sinir hücreleri arasında özel bir sıvı vardır ve bu sıvıda çok
özelleşmiş bazı kimyasal enzimler yer alır. Bu enzimlerin “elektron
taşıma” gibi olağanüstü bir özellikleri vardır. Elektrik sinyali bir
sinirin ucuna ulaştığında, elektronlar bu enzimlere yüklenir. Enzimler
de sinirler arası sıvıda yüzerek taşıdıkları elektronları diğer sinire
aktarırlar. Elektrik akımı böylece bir sonraki sinir hücresine geçerek
akmaya devam eder. Bu işlem saniyenin çok küçük birimlerinde gerçekleşir
ve elektrik akımı en ufak bir kesintiye uğramaz. Görüldüğü gibi insan
vücudu her parçasıyla tamam olsa, tek bir enzimin eksikliği bile insan
diye bir canlının var olmaması için veya o canlının fonksiyonlarını
yerine getirememesi için yeterlidir. Aynı durum diğer binlerce enzimden
herhangi birinin eksikliği için de geçerlidir. Sonuçta bir canlının,
evrimin iddia ettiği gibi milyonlarca sene kör tesadüflerle tamamlanmayı
bekleyebilecek bir lüksü yoktur.
HİÇ SUSAMASAYDIK?
Vücudumuzdaki suyun miktarında gün içinde gerçekleşen en
ufak değişimleri dahi algılayan sistemler vardır. Bunların başında,
beynimizin bir bezelye tanesi büyüklüğünde olan hipotalamus denen bölümü
gelir. Hipotalamusun hassas olduğu konulardan biri, kandaki su
oranıdır. Kandaki su oranı azaldığında, kan basıncında çok küçük de olsa
bir düşme gerçekleşir. Bunun üzerine kalpten kanın çıktığı ilk nokta
olan aortta bulunan ve kan basıncındaki değişiklikleri algılamakla
görevli olan basınç ölçerler (baroreseptörler) devreye girer. Kan
basıncındaki değişiklikle uyarılan bu hassas algılayıcılar durumu hemen
beynimizdeki hipotalamus bölgesine bildirirler. Hipotalamus ise buna
önlem olarak hemen altında yer alan 1 cm büyüklüğündeki hipofiz adlı
bezde, “ADH” (“Vazopressin” ) isimli bir hormonun üretilerek
salgılanması emrini verir.
Bu hormon kan dolaşımı yolu ile uzun bir yolculuğa çıkar
ve böbreklere ulaşır. Böbreklerde aynen bir kilidin bir anahtara
uygunluğu gibi tam bu hormona uygun olan özel alıcılar vardır. Hormonlar
bu alıcılara ulaştıkları anda böbreklere su tasarrufu düzenine
geçilmesi mesajını iletir. Bu mesajı anlayan böbrek hücreleri derhal
vücuttan su atılımını çok az bir düzeye indirirler.
Öte yandan yine aynı “vazopressin” hormonu beynimizde
susama hissinin oluşmasına da neden olur. Biz ise, içimizdeki bu
mükemmel sistemin işleyişinden hiç haberimiz olmadan, sadece bir bardak
su içerek vücudumuzun su dengesini sağlamış oluruz.
Eğer hipofiz hormonu ve bu hormonun getirdiği “su
tüketimini azaltın” emrini anlayıp uygulayan böbrek hücreleri olmasaydı,
susuzluktan ölmemek için günde 15-20 litre su içmek zorunda kalırdık.
Bu suyu sürekli olarak da dışarı atmamız gerekeceğinden, uyumamız veya
bir yerde uzun süre oturmamız mümkün olmazdı. Ve bu işlemler gün içinde
defalarca,biz hiç fark etmeden gerçekleşir.
NEDEN BİR ANDA YANMIYORUZ?
Üstte incelediğimiz gibi, canlılara enerji sağlayan en
temel reaksiyon, karbon ve hidrojen bileşiklerinin oksitlenmesi, yani
yanmasıdır. Ancak bu noktada ilginç bir soru sorulabilir: Bizim
vücudumuz da temelde karbon ve hidrojen bileşiklerinden oluşmaktadır.
Peki neden vücudumuz da okside olmaz? Ya da daha açık bir ifadeyle,
neden vücudumuz bir anda kibrit çöpü gibi tutuşup yanmaz?
Vücudumuzun oksijenle temas ettiği halde yanmaması, gerçekten şaşırılacak bir durumdur.
Bu şaşılacak durumun nedeni, oksijenin normal ısılardaki moleküler formu
olan O2 molekülünün büyük ölçüde “asal”, yani reaksiyona girmeyen bir
yapıya sahip oluşudur. Ama bu durumda bir başka soru ortaya çıkar; madem
O2 kolay kolay reaksiyona girmeyen bir moleküldür, o halde bu molekül
bizim vücudumuzun içinde nasıl reaksiyona sokulmaktadır?
19. yüzyıldan beri merak edilen bu sorunun cevabı, son
yarım yüzyıl içindeki gelişmeler sonucunda anlaşılmıştır. Biyokimyasal
gözlemler, insan vücudundaki bazı özel enzimlerin, sadece oksijenin
atmosferde bulunan formu olan O2′yi reaksiyona sokmakla görevli olduğunu
ortaya çıkarmıştır. Hücrelerimizdeki bu özel enzimler, son derece
karmaşık işlemler sonucunda, vücudumuzdaki demir ve bakır atomlarını
katalizör (hızlandırıcı) olarak kullanmakta ve böylece oksijeni reaktif
hale getirmektedirler.

Yani
ortada çok ilginç bir durum vardır: Oksijen yakıcı bir elementtir ve
normalde bizim bedenimizi de yakması beklenmelidir. Bunu engellemek
için, oksijenin atmosferdeki formu olan O2 ilginç bir biçimde “asal”
kılınmıştır, yani kolay kolay reaksiyona girmemektedir. Ama bedenimizin
enerji elde etmesi için de, oksijenin yakıcılığına ihtiyacı vardır. Onun
için hücrelerimizin içine, bu asal gazı son derece reaktif hale getiren
karmaşık bir enzim sistemi yerleştirilmiştir.
Bedenimizin aniden tutuşmasını engellemek için alınmış
bir başka tedbir daha vardır.Bu, İngiliz kimyager Nevil Sidgwick’in
ifadesiyle “karbonun karakteristik asallığı”dır.
Bir başka deyişle, karbon atomu da normal ısılarda kolay kolay
oksijenle reaksiyona girmez. Kimyasal dille ifade edilen bu özelliği,
aslında hepimiz günlük hayatta çok yakından yaşamışızdır. Soğuk bir
havada odun ya da kömür kullanarak ateş yakmaya çalıştığımızda
yaşadığımız zorluk, karbonun söz konusu “karakteristik asallığı”dır.
Ateşi yakabilmek için bir hayli uğraşmamız, odunun ya da kömürün ısısını
iyice yükseltmemiz gerekir. Ama ateş bir kez alev aldıktan sonra da,
karbon hızla reaksiyona girer ve büyük bir enerji açığa çıkar. Bu yüzden
bir yangını başlatmak (kibrit vs. gibi özel ateş kaynakları olmadıkça)
son derece zordur. Ama yangın bir kez başladıktan sonra da çok büyük bir
ısı oluşur ve bu ısı etraftaki diğer karbon bileşiklerini de
tutuşturur.
Bu durum incelendiğinde, aslında ateşte de çok ilginç
bir tasarım olduğu görülür. Oksijenin ve karbonun kimyasal özellikleri
öyle ayarlanmıştır ki, bunlar sadece çok yüksek bir ısıda reaksiyona
girip ateş oluştururlar. Eğer böyle olmasaydı, Dünya üzerindeki yaşam
imkansız hale gelirdi. Eğer oksijenin ve karbonun reaksiyona girme
eğilimleri biraz daha fazla olsaydı, hava sıcaklığı biraz arttığında
insanların, ağaçların, hayvanların bir anda tutuşup yanmaları sıradan
bir vaka haline gelirdi. Örneğin çölde yürüyen bir insan, sıcaklık gün
ortasında en yüksek dereceye çıktığı anda, bir kibrit çöpü gibi bir anda
alevlere boğulabilirdi. Bitkiler ve hayvanlar da aynı tehlikeyle
yüzyüze kalırdı. Elbette böyle bir Dünya’da yaşamdan söz etmek biraz zor
olurdu.
Eğer oksijenin ve karbonun karakteristik asallıkları
daha fazla olsaydı, bu sefer de Dünya üzerinde ateş yakmak çok zor,
belki de imkansız hale gelirdi. Ateşin olmadığı bir ortamda ise,
insanların ısınması ve teknoloji geliştirmesi mümkün olamazdı. Çünkü
bilindiği gibi teknoloji metallere dayanır ve metaller de ancak çok
yüksek ısılarda yumuşayıp şekillendirilebilirler.
Bu durum, karbon ve oksijenin kimyasal özelliklerinin de
yine insan yaşamı için en uygun biçimde olduğunu göstermektedir. Bu iki
elementin özellikleri, bizlere ateş yakabilme ve bu ateşi en uygun
biçimde kullanma imkanı vermektedir. Dahası, Dünya’nın her bir yanı, çok
bol miktarda karbon içeren, dolayısıyla ateş yakmak için kolaylıkla
kullanabildiğimiz ağaçlarla doldurulmuştur. Tüm bunlar, ateşin ve
malzemelerinin de insan yaşamına en uygun biçimde yaratıldığını
göstermektedir. Nitekim Allah, insanlara Kuran’da şöyle seslenir:
Ki O (Allah), size yeşil ağaçtan bir ateş kılandır; siz de ondan yakıyorsunuz. (Yasin Suresi, 80)
OKSİJENİN İDEAL ÇÖZÜNÜRLÜĞÜ
Vücudumuzun oksijeni kullanabilmesi, bu gazın suyun
içinde çözünebilirlik özelliğinden kaynaklanır. Nefes aldığımızda
ciğerlerimize giren oksijen, hemen çözünerek kana karışır. Kandaki
hemoglobin adlı protein çözünmüş olan bu oksijen moleküllerini
yakalayarak hücrelere taşır. Hücrelerde ise, az önce belirttiğimiz özel
enzim sistemleri sayesinde, bu oksijen kullanılarak ATP adı verilen
karbon bileşikleri yakılır ve enerji elde edilir.
Tüm kompleks canlılar bu sistemle enerjiye ulaşırlar.
Ama elbette bu sistemin işleyebilmesi, öncelikle oksijenin çözünürlük
özelliğine bağlıdır. Eğer oksijen yeterli derecede çözünür olmasa, kana
çok az miktarda oksijen girecek ve bu da hücrelerin enerji ihtiyacının
karşılanmasına yetmeyecekti. Oksijenin fazla çözünmesi ise, kandaki
oksijen oranını aşırı derecede artıracak ve “oksidasyon zehirlenmesi”
meydana getirecektir.
İşin ilginç yanı, farklı gazların su içinde
çözünebilirlik oranlarının, birbirlerinden bir milyon kat farklı
olabilmesidir. Yani en çok çözünen gaz ile en az çözünen gaz arasında,
bir milyon katlık bir çözünebilirlik farkı vardır. Hemen hemen hiçbir
gazın da çözünebilirlik oranı aynı değildir. Örneğin karbondioksit,
oksijene göre su içinde yirmi kat daha fazla çözünür. Bu kadar farklı
çözünebilirlik değerleri içinde oksijenin sahip olduğu değer ise tam
bizim için uygun olan değerdir.
Oksijenin çözünürlüğü acaba biraz daha az ya da fazla olsa ne olurdu?
Önce birinci ihtimale bakalım. Eğer oksijen suyun (ve
dolayısıyla kanın) içinde biraz daha az çözünecek olsa, kana daha az
oksijen karışacak ve hücreler yeterince oksijen alamayacaktır. Bu
durumda insan gibi yüksek metabolizmalı canlıların yaşaması çok
zorlaşacaktır. Böyle bir durumda ne kadar çok nefes alırsak alalım,
havadaki oksijen hücrelere yeterince ulaşmadığı için, kademeli bir
biçimde boğulma tehlikesi ile karşı karşıya kalırız.
Eğer oksijenin çözünürlüğü daha fazla olursa, bu kez az
önce belirttiğimiz “oksidasyon zehirlenmesi” ortaya çıkar. Oksijen
aslında çok tehlikeli bir gazdır ve normal sınırların üstünde
alındığında canlılar için öldürücü bir etkiye sahiptir. Kanda oksijen
oranı arttığında, bu oksijen su ile reaksiyona girerek son derece
reaktif ve tahrip edici yan ürünler ortaya çıkarır. Vücutta, oksijenin
bu etkisini gideren son derece kompleks enzim sistemleri vardır. Ama
eğer oksijen oranı biraz daha fazlalaşsa, bu enzim sistemleri işe
yaramayacak ve aldığımız her nefes vücudu biraz daha zehirleyerek bizi
kısa sürede ölüme sürükleyecektir. Kimyacı Irwin Fridovich, bu konuda
şöyle der:
Solunum yapan bütün organizmalar ilginç bir tuzağa
yakalanmış durumdadırlar. Yaşamlarını destekleyen oksijen, aynı zamanda
onlar için zehirleyici (toksik) özelliktedir ve bu tehlikeden sadece çok
hassas bazı özel savunma mekanizmaları sayesinde korunurlar.
İşte bizi söz konusu tuzaktan, yani oksijenle zehirlenme
ya da oksijensiz kalarak boğulma tehlikelerinden koruyan şey, oksijenin
çözünürlük oranının ve vücuttaki karmaşık enzim sistemlerinin tam
gerektiği biçimde belirlenmiş ve yaratılmış olmasıdır. Daha açık bir
ifadeyle, Allah, soluduğumuz havayı da, bu havayı kullanmamızı sağlayan
sistemlerimizi de kusursuz bir uyumla yaratmıştır.