7 Haziran 2012 Perşembe

YARATILIŞTAKİ MUHTEŞEM UYUM

YARATILIŞTAKİ MUHTEŞEM UYUM


YARATILIŞTAKİ MUHTEŞEM UYUM
Evrende, insan vücudundan gökyüzüne, hayvanlardan denizlerin derinliklerine kadar tüm varlıklarda ve olaylarda, son derece kompleks sistemler ve sayısız hassas dengeler vardır. Düşünen ve aklını kullanabilen her insan, bu olağanüstü harikalıklar içeren sistemleri, mükemmel dengeleri sonsuz güç ve akıl sahibi olan Rabbimiz’in yarattığını anlar. Bunların tümü Allah’ın üstün yaratışının delillerini gösteren birer “iman hakikati”dir. Kişiyi imana yaklaştıran ve imanının artmasına vesile olan gerçekler, Yaratılış mucizeleridir. Bu deliller üzerinde derin tefekkür eden her vicdanlı insan, Allah’ın varlığını ve büyüklüğünü açıkça görerek iman edecektir. İman edenler ise iman hakikatleri sayesinde Allah’ı daha yakından tanıyacak, O’na duydukları iman, sevgi ve korku daha da artacaktır.
Allah, Kuran’daki birçok ayetinde yarattığı şeyler üzerinde düşünerek bunlardan öğüt ve ibret almamızı ister. Çevremizdeki canlı cansız tüm varlıklar bizim Allah’ın üstün yaratma gücünü, sanatını, ilmini derin derin tefekkür etmemiz için yaratılmışlardır. Ayette de belirtildiği gibi bunların hiçbiri boşuna yaratılmamıştır. Bunları önemsemeden geçmek ve düşünmemek, Allah’ın ayetlerinden yüz çevirmek anlamına gelir ki, müminin böyle bir tavırdan şiddetle kaçınması gerekir. Nitekim Kuran’ın çeşitli yerlerinde, Allah’ın ayetlerinden ve yaratılışın delillerinden yüz çevirenlerin, inkarcılar olduğu vurgulanır.

İnsanın derinleşmesinde, yakininin parlamasında, Allah’ın muhteşem yaratması üzerinde sürekli düşünmenin önemi pek çok ayette vurgulanmaktadır. Bir ayette örneğin, müminlerin göklerin ve yerin yaratılışı hakkında uzun uzun düşündüklerinden bahsedilmektedir:
Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün ardarda gelişinde temiz akıl sahipleri için gerçekten ayetler (deliller) vardır. Onlar, ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah’ı zikrederler ve göklerin ve yerin yaratılışı konusunda düşünürler. (Ve derler ki:) “Rabbimiz, sen bunu boşuna yaratmadın. Sen pek yücesin, bizi ateşin azabından koru.” (Al-i İmran Suresi, 190-191)
Yapılması gereken uzun uzun, derin ve kapsamlı bir şekilde Allah’ın yarattıkları hakkında düşünmek, yaratılıştaki hikmet ve incelikleri tespit etmek, böylelikle Allah’ın sonsuz ilmine, kudretine ve sanatına şahit olmaktır. Bunu yaparken kullanılabilecek yöntemlerden biri ise, çevremizdeki varlıklar, olaylar üzerinde sorgulama ve kıyas yöntemi kullanmaktır. Allah bir ayetinde, bu düşünce sisteminin bir örneğini bize şöyle öğretir:
Şimdi siz, içmekte olduğunuz suyu gördünüz mü?
Onu sizler mi buluttan indiriyorsunuz, yoksa indiren Biz miyiz? Eğer dilemiş olsaydık onu tuzlu kılardık; şükretmeniz gerekmez mi? (Vakıa Suresi, 68-70)
Su, Dünya’nın dört bir yanını kaplayan, hemen her zaman kolayca ulaşabildiğimiz bir nimettir. İnsanların büyük bir çoğunluğu da hayatları boyunca her gün içtikleri su hakkında belki bir kez bile düşünmemişlerdir. Suyun varlığını ve bizim ihtiyaçlarımıza uygun şekilde olmasını, çok doğal, sıradan, üzerinde düşünmeyi gerektirmeyen bir olgu olarak görmüştür. Oysa yukarıdaki ayetlerde bildirildiği gibi eğer Allah dileseydi, suyun fiziksel ve kimyasal özellikleri daha farklı olurdu veya Dünya’nın atmosfer yapısı veya ısısı daha farklı olurdu. O zaman “bulut” diye bir şey olmazdı ve bulut olmadığı durumda da yeryüzünde tatlı su kaynakları var olamazdı. Bize sadece denizlerin tuzlu suyu kalırdı ki, böyle bir dünyada insanlık ya hiç yaşam sürdüremez veya çok zor koşullar altında, daimi bir su krizi içinde yaşardı. Tatlı su olmadığı için tarım da yapılamaz, tüm dünya çölleşir ve dolayısıyla kıtlık başgösterirdi. Oysa Allah bize tatlı su kaynakları vermiş, hem de bunları dünyanın hemen her bölgesine ulaştırmıştır. Bu gerçek karşısında elbette Allah’a şükretmemiz gerekir.
Sıkıp suyu çıkaran (bulut)lardan ‘bardaktan boşanırcasına su’ indirdik. Bununla taneler ve bitkiler bitirip-çıkaralım diye. Ve birbirine sarmaş-dolaş bahçeleri de. 
(Nebe Suresi, 14-16)
Ancak görüldüğü gibi, bu şükrü samimi olarak hissedip yapabilmek için, öncelikle suyun başlı başına bir nimet olduğunun farkına varmak gerekmektedir ki, bu da “düşünmeye” bağlıdır. Kuşkusuz su için verdiğimiz bu örnek, çevremizdeki tüm doğal varlıklar, canlılar ve olaylar için de geçerlidir. Hepsi bize Allah’tan bir nimettir, ama bunu görebilmek için öncelikle düşünmek, “eğer daha farklı olsa ne olurdu” diye bakıp kıyas yapmak, Allah’ın herşey üzerinde ne kadar hassas ölçüler yarattığını kavramak gerekmektedir. Bir başka ayette, tabiat olayları üzerinde düşünmenin, bunlar üzerinde “akıl kullanmanın” önemi bir kez daha şöyle açıklanır:
Gece ile gündüzün ardarda gelişinde, Allah’ın gökten rızık indirip ölümünden sonra yeryüzünü diriltmesinde ve rüzgarları yönetmesinde aklını kullanan bir kavim için ayetler vardır. (Casiye Suresi, 5)
Ayette geçen “aklını kullanan” kimseler müminlerdir. Çünkü akıl, ancak iman ile kazanılan bir üstünlüktür; inkar edenler ise akıl gibi bir meziyetten yoksun oldukları için Allah’ın ayetlerini fark etmezler, etraflarındaki sayısız delili görmeden geçerler. Nitekim, göklerdeki ve yerdeki sayısız ayeti görmezden gelmek ve bunların farkında değilmiş gibi davranmak Kuran’da bir müşrik özelliği olarak tarif edilmektedir:
Göklerde ve yerde nice ayetler vardır ki, üzerinden geçerler de, ona sırtlarını dönüp giderler. Onların çoğu Allah’a iman etmezler de ancak şirk katıp-dururlar. (Yusuf Suresi, 105-106)
Akıl sahibi her insan etrafına baktığında bir olağanüstülük olduğunu ve herşeyin bir yaratıcısının olduğunu hemen anlar. Bir böcek, örneğin bir yusufçuk görünce onu bir yaratanın olduğunu bilir. Bu canlı hakkında öğrenilecek detaylı bilgiler üzerinde düşünmek ise imanı ve şevki artıracak birer vesiledir.
Az önce verdiğimiz su örneğini hatırlayalım. Suyun hayatımız için önemini biliriz. Ancak suyla ilgili temel fiziksel, kimyasal ve coğrafi bilgilere sahip olduğumuzda suyun hayatımız için önemini daha iyi anlarız. Suyun özelliklerini daha detaylı olarak incelediğimizde ise, suyun donmasından, genleşmesine, akışkanlık değerinden kimyasal özelliklerine kadar insan yaşamı için olabilecek en uygun ölçüyle yaratıldığını daha açık şekilde görürüz. (Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. Harun Yahya, Evrenin Yaratılışı, 1999) Bu da tefekkürde derinleşmemize ve şükrümüzün artmasına vesile olur.
Yağmur damlalarının şekli de özel bir tasarım ürünüdür.
Kuşkusuz son derece kısıtlı bilgiye sahip küçük bir çocuk da, senelerce eğitim görmüş çok bilgili bir profesör de, vicdan ve samimiyetle yaklaştığında Allah’ın ayetlerini rahatlıkla görüp tanır. Ancak insanın çevresinde görmediği varlıkları tefekkür edebilmesi için elbette ki kapsamlı bir bilgiye ihtiyacı vardır. Veya çevresinde gördüğü bir şey de olsa, onu daha derinlemesine tefekkür edebilmesi için yine onun detaylarını öğrenmesi gerekir. Aksi takdirde yaptığı tefekkür belirli bir sınırda kalacak, hatta kimi zaman yüzeysel olacaktır. Örneğin uzaydaki sistemler hakkında hiçbir bilgisi olmadan göğe bakıp tefekkür eden bir insan ile astronomi bilgisi kuvvetli olan bir insanın tefekkürü muhakkak ki birbirinden farklı olacaktır. Ya da insan vücudu, fizyolojisi ve anatomisi hakkında geniş bilgi sahibi olan bir kimsenin, insanın yaratılışındaki incelikleri, mucizeleri ve harikalıkları fark etmesi, bu konuda bilgisi olmayan bir kimseye göre çok daha derin ve yoğun olacaktır. Nitekim Allah, bilgi sahiplerinin akletme ve kavrama bakımından bilmeyenlerden üstün olduğuna ayetlerinde dikkat çekmektedir:
İşte bu örnekler; biz bunları insanlara vermekteyiz. Ancak alimlerden başkası bunlara akıl erdirmez. (Ankebut Suresi, 43)
Göklerin ve yerin yaratılması ile dillerinizin ve renklerinizin ayrı olması, O’nun ayetlerindendir. Şüphesiz bunda, alimler için gerçekten ayetler vardır. (Rum Suresi, 22)
Yoksa o, gece saatinde kalkıp da secde ederek ve kıyama durarak gönülden itaat (ibadet) eden, ahiretten sakınan ve Rabbinin rahmetini umud eden (gibi) midir? De ki: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Şüphesiz, temiz akıl sahipleri öğüt alıp-düşünürler.” (Zümer Suresi, 9)
Ancak şunu tekrar hatırlatmak gerekir ki, salt “bilgi”, onu yorumlayacak akıl, vicdan ve basiret olmadıktan sonra insanı doğruya götürmez. Ancak samimi ve vicdanlı bir insanın sahip olduğu detaylı bilgiler, onun Allah’ı daha iyi tanıması ve O’na yakınlaşması için önemlidir. İşte bu nedenle bugün bilim ve teknolojideki ilerlemelerin de Allah’ın yaratmasındaki ilmi, hikmeti, sanatı ve inceliği daha yakından görüp tanımada büyük faydası olmaktadır.
Günümüzde tıp, biyoloji, astronomi gibi bilim dalları sayesinde Allah’ın yaratışındaki mucizeler ve kompleks tasarımlar daha net ve ayrıntılı biçimde ortaya çıkmıştır. Bu bilgileri öğrenip, Allah’ın yarattığı hikmetler ve güzellikler olarak değerlendiren insanların, Allah’ın sonsuz kudretine olan hayranlıkları katlanarak artmaktadır.

EVRENİN YARATILIŞINDAKİ UYUM

EVRENİN YARATILIŞINDAKİ UYUM
EVRENDEKİ MÜKEMMEL DENGE
O, biri diğeriyle ‘tam bir uyum’ içinde yedi gök yaratmış olandır. Rahman’ın yaratmasında hiçbir ‘çelişki ve uygunsuzluk’ göremezsin. İşte gözü(nü) çevirip-gezdir; herhangi bir çatlaklık (bozukluk ve çarpıklık) görüyor musun? Sonra gözünü iki kere daha çevirip-gezdir; o göz umudunu kesmiş bir halde bitkin olarak sana dönecektir. (Mülk Suresi, 3-4)
Evrendeki milyarlarca yıldız ve galaksi mükemmel bir uyum içinde kendileri için tespit edilmiş yörüngelerinde hareket ederler. Yıldızlar, gezegenler ve uydular hem kendi etraflarında, hem de bağlı oldukları sistemlerle birlikte dönerler. Hatta bazen içinde 200-300 milyar yıldız bulunan galaksiler birbirlerinin içinden geçip giderler. Bu geçişte, evrendeki büyük düzeni bozacak herhangi bir çarpışma olmaz.

Evrende hız kavramı, Dünya ölçüleriyle karşılaştırıldığında kavranması güç boyutlardadır. Milyarlarca, trilyonlarca ton ağırlığındaki yıldızlar, gezegenler ve sayısal değerleri ancak matematikçilerin anlayabileceği büyüklükteki galaksiler ve galaksi kümeleri uzay içinde olağanüstü bir süratle hareket ederler.
Örneğin, Dünya saatte 1.670 km hızla kendi ekseni çevresinde döner. Bugün en hızlı merminin saatte ortalama 1.800 km’lik bir sürate sahip olduğu düşünülürse, Dünya’nın dev boyutlarına rağmen süratinin ne denli büyük olduğu anlaşılır.
Dünya’nın Güneş etrafındaki hızı ise merminin yaklaşık 60 katıdır: Saatte 108.000 km. (Böylesine büyük bir süratle yol alabilen bir araç yapılabilseydi, Dünya’nın çevresini 22 dakikada dolaşacaktı.) Verdiğimiz bu sayılar sadece Dünya içindir. Güneş Sistemi ise daha da ilginçtir. Bu sistemin sürati mantık sınırlarını zorlayacak derecede yüksektir. Evrende sistemler büyüdükçe sürat artar. Güneş Sistemi’nin galaksi merkezi etrafındaki dönüş sürati, saatte tam 720.000 km’dir. Yaklaşık 200 milyar yıldızı bünyesinde bulunduran “Samanyolu Galaksisi”nin uzay içindeki hızı ise saatte 950.000 km’dir.
Kuşkusuz ki böylesine karmaşık ve hızlı bir sistem içinde dev kazaların oluşma ihtimali son derece yüksektir. Ancak böyle bir durum olmaz ve biz yaşamımızı güven içinde sürdürürüz. Çünkü evrendeki herşey Allah’ın koyduğu kusursuz dengeye göre işlemektedir. İşte bu sebeple ayette bildirildiği gibi tüm bu sistem içinde hiçbir “çelişki ve uygunsuzluk” yoktur.
O, biri diğeriyle ‘tam bir uyum’ (mutabakat) içinde yedi gök yaratmış olandır. Rahman (olan Allah)ın yaratmasında hiçbir ‘çelişki ve uygunsuzluk’ (tefavüt) göremezsin. İşte gözü(nü) çevirip-gezdir; herhangi bir çatlaklık (bozukluk ve çarpıklık) görüyor musun? Sonra gözünü iki kere daha çevirip-gezdir; o göz (uyumsuzluk bulmaktan) umudunu kesmiş bir halde bitkin olarak sana dönecektir. (Mülk Suresi, 3-4)
BIGBANG’DEKİ HASSAS ÖLÇÜ
Big Bang kavramını duymuş olan ancak konuyu fazla incelemeyen kimseler, evreni başlatan bu patlamanın ardında olağanüstü bir hesaplama olduğunu pek düşünmezler. Çünkü “patlama” kavramı, adı üstünde, insana düzen, hesap, plan gibi kavramları çağrıştırmaz. Oysa Big Bang’de akıllara durgunluk verecek kadar hassas bir düzenleme vardır.
Bu düzenlemenin bir boyutu, patlamanın hızıdır. Big Bang’le birlikte var olan madde, elbette etrafa korkunç bir hızla yayılmaya başlamıştır. Ama burada bir noktaya dikkat etmek gerekir. Patlamanın bu ilk anında, bir de şiddetli bir çekim gücü vardır. Evrenin tümünü bir noktada toplayabilecek kadar büyük bir çekimdir bu.

Dolayısıyla Big Bang’in ilk anında birbirine zıt olan iki güçten söz etmek gerekir: Patlamanın gücü ve bu patlamaya direnen, maddeyi yeniden bir araya toplamaya çalışan çekim gücü. Bu iki güç arasında bir denge oluştuğu için evren ortaya çıktı. Eğer ilk anda çekim gücü patlama gücüne baskın çıksa, o zaman evren genişleyemeden tekrar içine çökecekti. Eğer bunun tersi gerçekleşse ve patlama gücü çok fazla olsa, bu kez de madde birbiriyle bir daha asla birleşmeyecek şekilde savrulacaktı.
Peki bu denge ne kadar hassastı? İki güç arasında ne kadarlık bir oranda farklılığa izin verilebilirdi?
Stephen Hawking, her ne kadar evrenin kökenini rastlantılarla açıklamaya çalışsa da, Zamanın Kısa Tarihi isimli eserinde evrenin genişleme hızındaki bu olağanüstü dengeyi şöyle kabul eder:
“Evrenin genişleme hızı o kadar kritik bir noktadadır ki, Big Bang’ten sonraki birinci saniyede bu oran eğer yüz bin milyon kere milyonda bir daha küçük olsaydı evren şimdiki durumuna gelmeden içine çökerdi.”
Peki bu denli olağanüstü bir denge neyi göstermektedir? Elbette böyle hassas bir ayarlama tesadüfle açıklanamaz ve bilinçli bir tasarımı ispat eder. Paul Davies, gerçekte materyalist yaklaşımı benimseyen bir fizikçi olmasına karşın, bu gerçeği şöyle kabul etmektedir:
“Çok küçük sayısal değişikliklere hassas olan evrenin şu andaki yapısının, çok dikkatli bir bilinç tarafından ortaya çıkarıldığına karşı çıkmak çok zordur… Doğanın en temel dengelerindeki hassas sayısal dengeler, kozmik bir tasarımın varlığını kabul etmek için oldukça güçlü bir delildir.”
EVRENDEKİ DÖRT KUVVET
Gözle görülmeyecek kadar küçük parçacıkların nasıl olup da bir boşlukta düzenlenerek atomu oluşturabildikleri önemli bir sorudur. Bu parçacıklar, atomu çok özel bir tasarım ile meydana getirmektedirler. Bu tasarımın en önemli özelliklerinden biri, parçaların birbirlerini itmelerini ve çekmelerini sağlayan temel kuvvetlerin varlığıdır. Bu temel kuvvetler, atmosfer basıncından dünyanın yörüngesine kadar evrendeki tüm hassas dengeleri kontrol altına aldıkları gibi, atomu oluşturan parçacıklar üzerinde de etkilidirler. Bu dört temel kuvvet; Güçlü Nükleer Kuvvet, Zayıf Nükleer Kuvvet, Yerçekimi Kuvveti ve Elektromanyetik Kuvvet’tir.

Evrendeki tüm dengeleri kontrol altına alan dört temel kuvvet, öylesine hassas bir orana sahiptir ki, bu orandaki küçük bir değişiklik, canlılığın yok olmasına sebep olabilir. Hassas orandaki küçük bir bozulma, gezegenlerin birbirleriyle çarpışıp birer toz bulutu haline gelmesine ve dolayısıyla evrenin silinip gitmesine neden olabilir.
Bu kuvvetler, birbirlerinden olağanüstü derecede farklı değerlere sahiptirler. Eğer tüm bu kuvvetlerin birbirlerine olan oranlarını ortak bir birim kullanarak ifade etmek istersek şöyle yazmamız gerekir:
Güçlü nükleer kuvvet : 15
Zayıf nükleer kuvvet : 7.03 x 10-3 
Yerçekimi kuvveti : 5.90 x 10-39 
Elektromanyetik kuvvet : 3.05 x 10-12
Bu kuvvetler öylesine hassas bir orana sahiptirler ki, bu orandaki en küçük bir değişiklik, canlılığın yok olmasına, gezegenlerin birbirleriyle çarpışıp birer toz bulutu haline gelmesine ve dolayısıyla evrenin silinip gitmesine neden olabilir. Örneğin Yerçekimi Kuvveti biraz farklı olsa, yıldızların sabit konumu etkilenecek, yıldızlar ya birbirlerinden uzaklaşarak uzay boşluğunda başıboş dolaşacaklar ya da birbirlerine gitgide yakınlaşarak çarpışacaklardır. Dört temel kuvvet, devasa boyutlar için olduğu kadar en güçlü mikroskoplar altında bile zorlukla görülebilen mikro alemler için de denge sağlayacak kusursuz oranlarla yaratılmışlardır. Her bir kuvvet, evrende üstlendiği görevi yerine getirebilmek için planlanmış özel bir tasarımın ürünüdür. Bu tasarım ise, en küçükten en büyüğe kadar her varlığı kusursuzca yaratan Allah’a aittir. Allah, yerde ve gökte en küçükten en büyüğe kadar herşeyin bilgisine sahip olduğunu bir ayette şöyle bildirmektedir:
… Göklerde ve yerde zerre ağırlığınca hiçbir şey O’ndan uzak (saklı) kalmaz. Bundan daha küçük olanı da, daha büyük olanı da, istisnasız, mutlaka apaçık bir kitapta (yazılı)dır. (Sebe Suresi, 3)
Bu kuvvetlerden Güçlü Nükleer Kuvvet, atomun içinde son derece büyük ve önemli bir denge sağlar. Normal şartlarda atomun içinde protonların birbirlerini itmeleri ve mümkün olduğunca birbirlerinden uzaklaşmaları gerekmektedir. Çünkü protonlar artı yüklüdürler ve aynı yükler birbirlerini daima iterler. Ancak evrende var olan Güçlü Nükleer Kuvvet sayesinde protonlar, yüksüz olan nötronlarla birlikte çekirdekte birbirlerine kenetlenmiş haldedir. Bir başka deyişle Güçlü Nükleer Kuvvet, protonları birarada tutarak atomun merkezindeki çekirdeği oluşturur. Bu gücün şiddetini anlayabilmek için atom bombasının meydana getirdiği etkiyi düşünmek yeterlidir. Bu bomba, atom çekirdeğine bir parçacık -genellikle nötron-, fırlatılması ile çekirdeğin parçalanması sonucunda oluşmaktadır. Çekirdek parçalandığında, çekirdekteki proton ve nötronları birarada tutan kuvvet açığa çıkmakta, karşısına çıkan her canlıyı “kül” haline getiren ve radyoaktif etkisi yıllarca devam eden benzersiz bir güç oluşmaktadır. Bu, sadece, gözle görülmeyen bir atomun içine gizlenmiş olan ve karşısındaki insanları aciz ve savunmasız bırakan bir kuvvettir. Çekirdeğe etki eden söz konusu Güçlü Nükleer Kuvvet öylesine dengelidir ki, evrenin oluşumundan beri maddenin var olması ve aynı zamanda bir denge içinde varlığını sürdürmesi için en uygun değere sahiptir. Eğer söz konusu kuvvet biraz daha güçlü olsaydı proton ve nötronlar birbirlerinin içine geçerlerdi. Eğer biraz daha az olsaydı, bu parçacıklar birbirlerinden ayrılıp uzaklaşırlardı. Bu durumda canlı veya cansız varlıklardan, Dünya, Güneş veya evrenden kuşkusuz söz edilemezdi.
Atomları kararlı ve dengeli bir yapıda tutmaya yarayan bir diğer güç ise Zayıf Nükleer Kuvvet‘tir. Özellikle içinde fazla sayıda nötron ve proton olan atomlar için önemli olan bu kuvvet, atomun içinde bir nötronun protona dönüşmesi gibi bir durumda atomun parçalanmasını engellemektedir. Bu son derece önemli bir önlemdir, çünkü hatırlanacağı gibi atomun parçalanmasının anlamı bir atom bombasının oluşmasına neden olan gücün açığa çıkmasıdır. Bazı atomlarda kontrolsüzce meydana gelebilecek bu durum büyük bir tehlikedir ve Zayıf Nükleer Kuvvet’in etkisi sonucunda ortadan kalkmaktadır.
Atomun içinde Güçlü ve Zayıf Nükleer Kuvvetler’in, proton veya nötron kadar etki etmediği bir parçacık vardır: Elektron. Elektronun diğer parçacıklar kadar etkilenmemesinin nedeni diğerlerine göre çok daha küçük olmasıdır. Elektronların, çekirdeğin çevresindeki yörüngelerinden ayrılmadan dönmelerinin nedeni, onlara etki eden Elektromanyetik Kuvvet‘tir. Elektron, sahip olduğu eksi elektrik yükü nedeni ile, artı yüklü çekirdeğin çevresinde hiç durmadan döner. Dönüşü sırasında ortaya çıkan merkez kaç kuvveti, Elektromanyetik Kuvvet ile dengelenir ve böylece elektron yörüngede kalır. Elektromanyetik Kuvvet’in hassas değeri ise elektronların çekirdeğe yapışmalarını veya çekirdekten tamamen uzaklaşmalarını engellemektedir.
Eğer bu değerler biraz farklı olsalardı ne olurdu?
Protonlar çekirdekte birarada durmaz, elektronlar etrafa dağılır ve evrende tek bir tane bile atom olmazdı. Tüm evren, radyasyondan ibaret olurdu. Yıldızlar, gezegenler ve insanlar var olamazdı.
Örneğin şu anda eğer bedeninizi oluşturan atomların Güçlü Nükleer Kuvvet’i birazcık olsun zayıflasa, vücudunuz bir anda tuzla buz olur. Bunun için sadece “binde birlik” bir oynama bile fazlasıyla yeterlidir.
EVRENDEKİ BOŞLUKLAR NİÇİN VAR?
Big Bang’den sonra ortaya çıkan evren, öncelikle sadece hidrojen ve helyumdan ibaret bir gaz yığını olmuş, sonra ise bu gaz yığını, özellikle tasarlanmış olduğu açık olan nükleer reaksiyonlarla daha ağır elementleri meydana getirmiştir. Ama evrenin yaşam için uygun bir yer haline dönüşmesi, sadece ağır elementlerin varlığıyla mümkün olmaz. Bundan da önemli olan bir nokta, evrenin nasıl bir şekil ve düzen aldığıdır.
Bu incelemeye, önce evrenin ne kadar büyük olduğuna bakarak başlayalım.
Dünya gezegeni, bildiğimiz gibi Güneş Sistemi’nin bir parçasıdır. Bu sistem, evrenin içindeki diğer yıldızlara göre orta-küçük bir yıldız olan Güneş’in etrafında dönmekte olan dokuz gezegenden ve onların elli dört uydusundan oluşur. Dünya, sistemde Güneş’e en yakın üçüncü gezegendir.
Önce bu sistemin büyüklüğünü kavramaya çalışalım. Güneş’in çapı, Dünya’nın çapının 103 katı kadardır. Bunu bir benzetmeyle açıklayalım; eğer çapı 12.200 km. olan Dünya’yı bir misket büyüklüğüne getirirsek, Güneş de bildiğimiz futbol toplarının iki katı kadar büyüklükte yuvarlak bir küre haline gelir. Ama asıl ilginç olan, aradaki mesafedir. Gerçeklere uygun bir model kurmamız için, misket büyüklüğündeki Dünya ile top büyüklüğündeki Güneş’in arasını yaklaşık 280 metre yapmamız gerekir. Güneş Sistemi’nin en dışında bulunan gezegenleri ise kilometrelerce öteye taşımamız gerekecektir.
Ancak bu kadar dev bir boyuta sahip olan Güneş Sistemi, içinde bulunduğu Samanyolu galaksisine oranla oldukça mütevazıdır. Çünkü Samanyolu galaksisinin içinde, Güneş gibi ve çoğu ondan daha büyük olmak üzere yaklaşık 250 milyar yıldız vardır. Bu yıldızların içinde Güneş’e en yakın olanı Alpha Centauri’dir. Eğer Alpha Centauri’yi az önce yaptığımız ölçeğe, yani Dünya’nın misket büyüklüğünde olduğu ve Güneş ile Dünya’nın arasının 280 metre tuttuğu ölçeğe yerleştirirsek, onu Güneş’in 78 bin kilometre uzağına koymamız gerekir!
Modeli biraz daha küçültelim. Dünya’yı gözle zor görülen bir toz zerresi kadar yapalım. O zaman Güneş ceviz büyüklüğünde olacak ve Dünya’ya üç metre mesafede yer alacaktır. Bu ölçek içinde Alpha Centauri’yi ise Güneş’ten 640 kilometre uzağa koymamız gerekir.
Samanyolu galaksisi, işte aralarında bu denli inanılmaz mesafeler bulunan 250 milyar yıldızı barındırır. Spiral şeklindeki bu galaksinin kollarının birisinde, bizim Güneşimiz yer almaktadır.
Ancak ilginç olan, Samanyolu galaksisinin de uzayın geneli düşünüldüğünde çok “küçük” bir yer oluşudur. Çünkü uzayda başka galaksiler de vardır, hem de tahminlere göre, yaklaşık 300 milyar kadar!… Bu galaksilerin arasındaki boşluklar ise, Güneş ile Alpha Centauri arasındaki boşluğun milyonlarca katı kadardır.
George Greenstein, bu akıl almaz büyüklükle ilgili, The Symbiotic Universe (Simbiyotik Evren) adlı kitabında şöyle yazar:
“Eğer yıldızlar birbirlerine biraz daha yakın olsalar, astrofizik çok da farklı olmazdı. Yıldızlarda, nebulalarda ve diğer gök cisimlerinde süregiden temel fiziksel işlemlerde hiçbir değişim gerçekleşmezdi. Uzak bir noktadan bakıldığında, galaksimizin görünüşü de şimdikiyle aynı olurdu. Tek fark, gece çimler üzerine uzanıp da izlediğim gökyüzünde çok daha fazla sayıda yıldız bulunması olurdu. Ama pardon, evet; bir fark daha olurdu: Bu manzarayı seyredecek olan “ben” olmazdım… Uzaydaki bu devasa boşluk, bizim varlığımızın bir ön şartıdır.
Greenstein, bunun nedenini de açıklar; uzaydaki büyük boşluklar, bazı fiziksel değişkenlerin tam insan yaşamına uygun biçimde şekillenmesini sağlamaktadır. Ayrıca Dünya’nın, uzay boşluğunda gezinen dev gök cisimleriyle çarpışmasını engelleyen etken de, evrendeki gök cisimlerinin arasının bu denli büyük boşluklarla dolu oluşudur.
Kısacası evrendeki gök cisimlerinin dağılımı, insanın yaşamı için tam olması gereken yapıdadır. Dev boşluklar, amaçsız yere ortaya çıkmamışlardır; amaçlı bir yaratılışın sonucudurlar.
PROTONLAR VE ELEKTRONLAR
Atomun içindeki önemli dengelerden biri de, atom çekirdeği ile dışındaki elektronlar arasındaki dengedir. Elektronların, çekirdeğin etrafında sürekli olarak döndüklerini biliyoruz. Bunun nedeni, elektrik yüküdür. Bütün elektronlar eksi (-) elektrik yükü ile yüklüdürler, bütün protonlar ise artı (+) yüküyle. Ve fiziksel olarak zıt kutuplar birbirini çeker, aynı kutuplar birbirini iter. Dolayısıyla atomun çekirdeğindeki artı yükü, elektronları kendine doğru çeker. Bu nedenle elektronlar, hızlarının kendilerine verdiği merkez-kaç gücüne rağmen, çekirdeğin etrafından ayrılmazlar.
Atomların bu elektriksel yükle ilgili olarak çok önemli bir de dengeleri vardır. Merkezde ne kadar proton varsa, atomun dışında da o kadar elektron olur. Örneğin oksijen atomunun merkezinde 8 protonu vardır ve dolayısıyla 8 tane de elektronu bulunur. Bu sayede atomların elektriksel yükü dengelenir.
Bunlar çok temel kimya bilgileridir. Ancak bu bilgiler içinde çoğu kimsenin dikkat etmediği bir nokta vardır: Proton, elektrondan çok daha büyüktür. Protonun hacmi de, kütlesi de, elektrondan çok daha fazladır. Eğer bir büyüklük karşılaştırması yapmak gerekirse, aralarındaki fark, bir insanla bir fındık arasındaki fark gibidir. Yani elektronla protonun pek “dengeli” bir fiziksel yapıları yoktur.Ama elektrik yükleri aynı!Biri artı elektrik yüküne, öteki eksi elektrik yüküne sahiptir, ama bu yüklerin şiddeti birbiriyle tamamen eşittir. Oysa bunu zorlayan hiçbir neden yoktur. Aksine, fiziksel olarak beklenmesi gereken durum, elektronun elektrik yükünün çok daha az olmasıdır.
Peki acaba durum böyle olsaydı, yani proton ve elektronun elektriksel yükleri eşit olmasaydı ne olurdu?
Bu durumda evrendeki tüm atomlar, protondaki fazla artı elektrik nedeniyle, artı elektrik yüküne sahip olacaklardı. Bunun sonucunda da evrendeki her atom birbirini itecekti. Acaba bu durum şu an gerçekleşse ne olur? Evrendeki atomların her biri birbirini itse neler yaşanır?Yaşanacak olan şeyler çok olağandışıdır. Öncelikle sizin bedeninizde yaşanacak olan değişikliklerle başlayalım. Atomlardaki bu değişiklik oluştuğu anda, elleriniz ve kollarınız bir anda paramparça olurlar. Sadece elleriniz ve kollarınız değil, gövdeniz, bacaklarınız, başınız, gözleriniz, dişleriniz, kısaca vücudunuzun her parçası bir anda havaya uçar. İçinde oturduğunuz oda, pencereden gözüken dış dünya da bir anda havaya uçar. Yeryüzündeki tüm denizler, dağlar, Güneş Sistemi’ndeki tüm gezegenler ve evrendeki bütün gök cisimleri aynı anda sonsuz parçaya ayrılıp yok olurlar. Ve bir daha da evrende hiçbir gözle görülür cisim var olmaz. Evren dediğimiz şey, sürekli olarak birbirlerini iten atomların karmaşasından ibaret olur.
Peki acaba bu mutlak felaketin yaşanması için, elektron ve protonun elektrik yüklerinde ne kadarlık bir dengesizlik oluşması gerekir? Yüzde bir farklılık olsa yine de bu felaket yaşanır mı? Yoksa kritik sınır binde bir midir? George Greenstein, The Symbiotic Universe (Simbiyotik Evren) adlı kitabında bu konuda şunları söyler:
Eğer iki elektrik yükü 100 milyarda bir oranında bile farklılaşsaydı, bu, insanlar, taşlar gibi küçük cisimlerin parçalanmasına yetecekti. Dünya ve Güneş gibi daha büyük cisimler içinse, bu denge daha hassastır. Gök cisimlerinin ihtiyaç duyacakları denge, milyar kere milyarda birlik bir dengedir.
Her tasarım, bilinçli bir “tasarlayıcı”nın varlığını ispatlar. Tüm evreni yoktan var edip, sonra da onu dilediği biçimde tasarlayıp düzenleyen yegane kudret ise, elbette ki Kuran’daki ifadeyle “tüm alemlerin Rabbi” olan Allah’tır. Kuran’da belirtildiği gibi, Allah, göğü bina etmiş, sonra ona belli bir düzen vermiştir. (Naziat Suresi, 27-28)
Evrendeki cisimlerin üstte incelediğimiz olağanüstü dengeler sayesinde kararlı bir şekilde durmaları ise, Allah’ın yaratışındaki kusursuzluğu gösteren bir delildir. Kuran’da bildirilmiş olduğu gibi, “Göğün ve yerin O’nun emriyle durması da, O’nun ayetlerindendir”. (Rum Suresi, 25) 
GÜNEŞ SİSTEMİ
Evrendeki düzenliliği en açık olarak gözlemlediğimiz alanlardan biri de, Dünyamızın içinde bulunduğu Güneş Sistemi’dir. Güneş Sistemi’nde 9 ayrı gezegen ve bu gezegenlere bağlı 54 ayrı uydu yer alır. Bu gezegenler, Güneş’e olan yakınlıklarına göre; Merkür, Venüs, Dünya, Mars, Jüpiter, Satürn, Neptün, Uranüs ve Pluton’dur. Bu gezegenlerin ve 54 uydularının içinde yaşama uygun bir yüzey ve atmosfere sahip olan yegane gök cismi ise Dünya’dır.
Güneş Sistemi’nin yapısını incelediğimizde, yine büyük bir denge ile karşılaşırız. Gezegenleri dondurucu soğukluktaki dış uzaya savrulmaktan koruyan etki, Güneş’in “çekim gücü” ile gezegenin “merkez-kaç kuvveti” arasındaki dengedir. Güneş sahip olduğu büyük çekim gücü nedeniyle tüm gezegenleri çeker, onlar da dönmelerinin verdiği merkez-kaç kuvveti sayesinde bu çekimden kurtulurlar.
Güneş sahip olduğu büyük çekim gücü nedeniyle tüm gezegenleri kendine çeker. Onlar da dönmelerinin verdiği merkez-kaç kuvveti sayesinde bu çekimden etkilenmezler. Ancak;
  • Eğer gezegenlerin dönüş hızları biraz daha yavaş olsaydı, o zaman bu gezegenler hızla Güneş’e doğru çekilirler ve sonunda Güneş tarafından büyük bir patlamayla yutulurlardı.
  • Eğer gezegenler daha hızlı dönseler, bu sefer de Güneş’in gücü onları tutmaya yetmeyecek ve gezegenler dış uzaya savrulacaklardı. Oysa çok hassas olan bu denge her an her saniye kusursuz bir biçimde işlemektedir.
Merkez Kaç Kuvvetinde Her Gezegen İçin Ayrı Ölçü
Güneş sistemindeki gezegenlerin Güneş’e olan uzaklıkları çok farklıdır. Dahası, kütleleri çok farklıdır. Bu nedenle, hepsinin ayrı dönüş hızları vardır. Ancak tüm bu ayrıntılar, yaşanan kusursuz düzende herhangi bir aksaklığa yol açmaz. Çünkü merkez-kaç kuvveti her gezegenin kütlesine, Güneş’ten uzaklığına ve dönüş hızına paralel olarak ayrı ayrı yaratılmıştır. Dolayısıyla gezegenler, kendilerine özel yaratılmış olan bu kuvvet sayesinde hem Güneş tarafından yutulmamış hem de uzaya savrulmamış olur.
Ne Güneş’in Ay’a erişip-yetişmesi gerekir, ne de gecenin gündüzün önüne geçmesi.
Her biri bir yörüngede yüzüp gitmektedirler.
(Yasin Suresi, 40)
Bu arada söz konusu dengenin her gezegen için ayrı ayrı kurulmuş olduğuna da dikkat etmek gerekir. Çünkü gezegenlerin Güneş’e olan uzaklıkları çok farklıdır. Dahası, kütleleri çok farklıdır. Bu nedenle, hepsi için ayrı dönüş hızlarının belirlenmesi lazımdır ki, Güneş’e yapışmaktan ya da Güneş’ten uzaklaşıp uzaya savrulmaktan kurtulsunlar.
Materyalist astronomi anlayışı, Güneş Sistemi’nin kökeninin doğal fiziksel süreçlerle açıklanabileceğini, yani bu sistemin kendiliğinden ve tesadüfen oluşabileceğini öne sürer. Ancak son 300 yıldır bu konuda ortaya atılan tüm farklı teoriler birer spekülasyondan ileri gidememiştir. Güneş Sistemi’nin kökeni, materyalist bir bakış açısıyla, açıklanamayan bir sır konumundadır.
Güneş Sistemi’ndeki olağanüstü hassas dengeyi keşfeden Kepler, Galilei gibi astronomlar ise, bu sistemin çok açık bir tasarımı gösterdiğini ve Allah’ın evrene olan hakimiyetinin ispatı olduğunu belirtmişlerdir. Güneş Sistemi’nin yapısı hakkında önemli keşiflerde bulunan-ve “yaşamış en büyük bilimadamı” sayılan-Isaac Newton ise şöyle yazmıştır:
Güneş’ten, gezegenlerden ve kuyruklu yıldızlardan oluşan bu çok hassas sistem, sadece akıl ve güç sahibi bir Varlık’ın amacından ve hakimiyetinden kaynaklanabilir… O, bunların hepsini yönetmektedir ve bu egemenliği dolayısıyladır ki O’na, “Üstün Kuvvet Sahibi Rab” denir. Michael A. Corey, God and the New Cosmology: The Anthropic Design Argument, Maryland: Rowman & Littlefield Publishers, Inc., 1993, s. 259 
KUSURSUZ yörünGELER
Gök cisimlerinin yörüngelerinden en ufak bir sapmanın bile sistemi altüst edecek kadar önemli sonuçlar doğurabileceği hesaplanmıştır. Örneğin Dünya yörüngesinde, normalden fazla veya eksik 3 milimetrelik bir sapma bakın nelere yol açabilirdi:
“Dünya güneş çevresinde dönerken öyle bir yörünge çizer ki, her 18 milde doğru bir çizgiden ancak 2.8 mm ayrılır. Dünyanın çizdiği bu yörünge kıl payı şaşmaz. Yörüngeden 3 mm’lik bir sapma bile büyük felaketler doğururdu: sapma 2.8 yerine 2.5 olsaydı yörünge çok geniş olurdu ve hepimiz donardık, sapma 3.1 mm olsaydı hepimiz kavrularak ölürdük.” (Bilim ve Teknik Dergisi, Temmuz 1983)
Evrendeki tüm cisimlerin böyle bir uyum içinde yörüngelerine sadık kalarak hareket etmeleri, ortada muhakkak kontrollü bir sistemin var olduğunu hissettirir. Böyle büyük bir sistemin başıboş işlemesi mümkün değildir. 
ATMOSFERDEKİ ORANLAR
Dünya’nın atmosferi, yaşam için gerekli son derece özel şartların biraraya gelmesiyle tasarlanmış olağanüstü bir karışımdır. Dünya atmosferi, % 77 azot, % 21 oksijen ve % 1 oranında karbondioksit ve argon gibi diğer gazların karışımından oluşur.
Şu anda atmosferde bulunan oksijenin oranı, yani yüzde 21, yaşamın güvenliği için aşılmaması gereken sınırların tam ideal noktasındadır. Yüzde 21′in üzerine artan her yüzde birlik oksijen oranı, bir yıldırımın orman yangını başlatma olasılığını % 70 artıracaktır.
Atmosferdeki oksijen oranının dengede kalması da, mükemmel bir “geri dönüşüm” sistemi sayesinde gerçekleşir. Hayvanlar devamlı olarak oksijen tüketirler ve kendileri için zehirli olan karbondioksiti üretirler. Bitkiler ise bu işlemin tam tersini gerçekleştirir ve karbondioksiti hayat verici oksijene çevirerek canlılığın devamını sağlarlar. Her gün bitkiler tarafından milyarlarca ton oksijen bu şekilde üretilerek atmosfere salınır.
Bu iki canlı grubu, yani bitkiler ve hayvanlar, eğer aynı reaksiyonu gerçekleştirselerdi, Dünya çok kısa sürede yaşanılmaz bir gezegene dönüşürdü. Örneğin hem hayvanlar hem de bitkiler oksijen üretselerdi, atmosfer kısa sürede “yanıcı” bir özellik kazanır ve en ufak bir kıvılcım dev yangınlar çıkarırdı. Sonunda da Dünya dev bir “tüp patlaması”yla yanarak kavrulurdu.
Öte yandan eğer hem bitkiler hem de hayvanlar karbondioksit üretselerdi, bu kez atmosferdeki oksijen hızla tükenir ve bir süre sonra canlılar nefes almalarına rağmen “boğularak” toplu halde ölmeye başlarlardı.
Bu kadar hassas dengelerin olduğu dünyamızda Allah canlılığın dengesini öylesine kusursuz bir sistemle kurmuştur ki, atmosferdeki oksijen oranı canlılık için en ideal olan orandadır. Bu oran, Lovelock’ın ifadesiyle “tehlikenin ve yararın çok iyi bir biçimde dengelendiği bir rakam”dır.
Atmosferdeki gazların karışımı yaşayan canlılar için çok hassas bir dengededir; her bir gaz doğru oranda ve doğru miktarda bulunur. Örneğin bizler için zararlı olan karbondioksit bile aslında çok çok önemlidir. Zira bu gaz Güneş’ten gelen ışınlardan bir kısmının yeryüzünden yansıyıp uzaya kaçmalarına engel olur ve böylece Dünya’nın sıcaklığının korunmasını sağlar.
Atmosferdeki bu karbondioksitin Dünya’nın ortalama yüzey ısısını 35 °C yükselttiği tespit edilmiştir. Bu demektir ki, eğer atmosferdeki bu karbondioksit olmasaydı, Dünyamızın ortalama ısısı 14 °C değil, -21 °C olacaktı. Bu durumda bütün okyanuslar donacak ve Dünyada yaşam imkansız hale gelecekti.
“O Allah ki, yaratandır, (en güzel bir biçimde) kusursuzca var edendir, ‘şekil ve suret’ verendir. En güzel isimler O’nundur. Göklerde ve yerde olanların tümü O’nu tesbih etmektedir. O, Aziz, Hakimdir.” ( Haşr Suresi,24) 
MUCİZE GEZEGEN DÜNYA

  • Güneş Sistemi’ndeki tüm komşularının aksine, Dünya yaşam dolu bir gezegendir. Gökyüzünde, karada ve denizlerde son derecede uyumlu bir yaşam dengesi vardır. Birbirlerinden çok farklı yapılara, renklere ve özelliklere sahip milyonlarca hayvan, bitki, böcek veya deniz canlısı, bu özel gezegen üzerinde hep birlikte yaşam sürer.
  • Diğer gezegenlerdeki ortam, Dünya’da var olan şartlardan yalnızca birinin dahi olmaması durumunda her şeyin nasıl farklı olduğunu görmek için yeterlidir. Dünyamız, atmosferinden yeryüzü şekillerine, elementlerinden Güneş’e olan mesafesine kadar her türlü dengesiyle, tamamen yaşam için özel olarak yaratılmıştır. Bu sistemin devamı için her an, evrenin her noktasında ayrı bir mucize gerçekleşmektedir.
  • Dünya üzerindeki canlılığın yaratılışı kadar devamlılığının sağlanması da büyük bir mucizedir. Bu devamlılık, yaşam için ayarlanmış çok özel koşullarla sağlanmıştır. Bu özel koşullardaki çok küçük değişiklikler bile dünyada büyük felaketlere yol açabilir. Fakat Dünya mucizevi bir biçimde, üzerinde var olan tüm canlılığı koruyup gözetecek hassaslıkta pek çok özellikle yaratılmıştır. Bütün bunlar sayesinde tüm komşularının aksine Dünya’da olağanüstü güzel bir yaşam alanı sunulmuştur. Dünyanın bu kusursuz yaratılışı Allah’ın insanlara çok büyük bir lütfudur. Allah yeryüzünü, canlıların varlığı ve faydası için özel olarak yaratıp hazırladığını pek çok ayette bildirmektedir. Bu ayetlerden bazıları şöyledir: “Ki (Rabbim), yeryüzünü sizin için bir beşik kıldı, onda sizin için yollar döşedi ve gökten su indirdi; böylelikle bununla her tür bitkiden çiftler çıkardık. Yiyin ve hayvanlarınızı otlatın. Şüphesiz, bunda sağduyu sahipleri için elbette ayetler vardır. “ (Taha Suresi, 53-54)
DÜNYA’NIN YERİ
Güneş Sistemi’ndeki bu muhteşem dengenin yanısıra, üzerinde yaşadığımız Dünya gezegeninin bu sistem ve genel olarak uzay içindeki yeri de, yine kusursuz bir yaratılışın varlığını göstermektedir.
Son astronomik bulgular, sistemdeki diğer gezegenlerin varlığının, Dünya’nın güvenliği ve yörüngesi için büyük önem taşıdığını göstermiştir. Jüpiter’in konumu buna bir örnektir. Güneş Sistemi’nin en büyük gezegeni olan Jüpiter, varlığıyla aslında Dünya’nın dengesini sağlamaktadır. Astrofizik hesaplamalar, Jüpiter’in bulunduğu yörüngedeki varlığının, sistemdeki Dünya gibi diğer gezegenlerin yörüngelerinin istikrarlı olmasını sağladığını ortaya çıkarmıştır.
Jüpiter’in Dünya’yı koruyucu ikinci bir işlevini ise, gezegen bilimci George Wetherill “Jüpiter Ne Kadar Özel” adlı bir makalede şöyle açıklar:
Jüpiter’in bulunduğu yerde eğer bu büyüklükte bir gezegen var olmasaydı, Dünya, gezegenler arası boşlukta gezinen meteorlara ve kuyrukluyıldızlara yaklaşık bin kat daha fazla hedef olurdu… Eğer Jüpiter olduğu yerde olmasaydı, şu anda biz de Güneş Sistemi’nin kökenini araştırmak için var olamazdık.
Kısacası Güneş Sistemi’nin yapısı, insan için özel bir tasarıma sahiptir.
Biraz daha ileri gidelim ve Güneş Sistemi’nin evren içindeki yerinden söz edelim. Güneş Sistemi başta da belirttiğimiz gibi Samanyolu galaksisinin merkezinde değil, dev kollarından birinin kıyısında yer almaktadır. Acaba bu bizim için nasıl bir avantajdır? Michael Denton, Nature’s Destiny (Doğanın Kaderi) adlı kitabında bu konuda şöyle yazar:
Son derece çarpıcı olan bir başka gerçek, evrenin sadece bizim varlığımıza ve biyolojik ihtiyaçlarımıza olağanüstü derecede uygun olması değil, aynı zamanda bizim onu anlamamıza da son derece uygun olmasıdır… Güneş Sistemimiz’in bir galaktik kolun kıyısında bulunması, bizim geceleri gökyüzünü inceleyerek uzak galaksileri görebilmemizi ve evrenin genel yapısı hakkında bilgi sahibi olmamızı sağlamaktadır. Eğer bir galaksinin merkezinde yer alsaydık, hiçbir zaman bir spiral galaksinin yapısını gözlemleyemez ya da evrenin yapısı hakkında bir fikir sahibi olamazdık.
Bir başka deyişle, evrenin fiziksel yasaları gibi Dünya’nın uzaydaki konumu da, bu evrenin insan yaşamı için tasarlanmış olduğunu gösteren kanıtlar içermektedir.
Kimi insanların bunu kavrayamamalarının nedeni, samimi ve ön yargısız bir biçimde düşünememeleridir. Oysa samimi olarak düşünen her akıl sahibi insan, evrende hiçbir şeyin amaçsız ve başıboş olmadığını, ”Biz gökyüzünü, yeryüzünü ve ikisi arasında bulunan şeyleri batıl olarak yaratmadık. Bu, inkâr edenlerin zannıdır…” ayetiyle bildirildiği gibi, Allah tarafından insan için yaratılmış ve düzenlenmiş olduğunu anlar. (Sad Suresi, 27) 
Üzerinde yaşadığımız mavi gezegen, Allah tarafından bizim yaşamımız için özel olarak düzenlenmiş, Kuran’da ifade edildiği gibi Allah tarafından insan için “serilip-döşenmiştir“. (Naziat Suresi, 30) Allah’ın Dünya’yı insan için yarattığını bildiren diğer bazı ayetler ise şöyledir:
Allah, yeryüzünü sizin için bir karar, gökyüzünü bir bina kıldı; sizi suretlendirdi, suretinizi de en güzel (bir biçim ve incelikte) kıldı ve size güzel-temiz şeylerden rızık verdi. İşte sizin Rabbiniz Allah budur. Alemlerin Rabbi Allah ne yücedir. (Mümin Suresi, 64)
Sizin için, yeryüzüne boyun eğdiren O’dur. Şu halde onun omuzlarında yürüyün ve O’nun rızkından yiyin. Sonunda gidiş O’nadır. (Mülk Suresi, 15) 
DÜNYA HER SANİYE KORUMA ALTINDA
Şu anda atmosferin üst tabakalarında bir meteor yağmuru yaşandığını biliyor muydunuz?
Çoğu zaman farkında olunmasa da Dünyamızı çevreleyen atmosfer sayesinde her an büyük felaketlerden korunmaktayız.
  • Saniyede ortalama 40 kilometre hızla Dünyamıza yönelen meteorlar, atmosfere girdikten sonra sürtünme etkisiyle yanmaya başlar. Bu ‘kozmik bombalar’ doğal bir kalkan görevi gören atmosfer sayesinde bize ulaşmadan eritilir.
  • İstatistiklere göre yılda ortalama 50.000 meteor atmosfer tarafından bu şekilde zararsız hale getirilir.
  • Esas büyük tehlikeyi, dev göktaşları oluşturur. Bunlardan herhangi birinin Dünya’ya düşmesi durumunda büyük bir felaket yaşanabilir. Her yıl Dünyamıza yönelen 10.000 tondan fazla göktaşı, atmosfere girdiğinde sürtünmenin etkisiyle erimekte ve bu sayede Dünya’daki canlılar için hayati tehlike oluşmamaktadır. Kuşkusuz bu, Allah’ın ‘Rahman’ ve ‘Rahim’ sıfatlarının bir tecellisidir. Bu gerçek bir ayette şöyle bildirilmiştir: “Gökyüzünü korunmuş bir tavan kıldık; onlar ise bunun ayetlerinden yüz çeviriyorlar. “ (Enbiya Suresi, 32)
DÜNYA’NIN ISISI
Dünya’nın yaşam için en gerekli şartları, ilk bakışta, ısısı ve atmosferidir. Mavi gezegen, canlıların, özellikle de bizim gibi son derece kompleks canlı varlıkların yaşayabileceği bir ısı değerine ve soluyabileceği bir atmosfere sahiptir. Ancak bu iki etken de, birbirinden son derece farklı faktörlerin her birinin ideal değerlerde belirlenmesiyle gerçekleşmiştir.
Bunlardan birisi, Dünya’nın Güneş’e olan uzaklığıdır. Elbette ki Dünya Güneş’e Venüs kadar yakın ya da Jüpiter kadar uzak olsaydı, yaşama imkan verecek bir ısı değerine sahip olamazdı. Karbon bazlı organik moleküller, az önce belirttiğimiz gibi, 120°C ile -20°C arasında değişen bir ısı aralığında oluşabilirler. Güneş Sistemi’nde bu ısı değerine sahip olan yegane gezegen ise Dünya’dır.
Dünya, bilinen tüm gökcisimlerinin aksine, yaşama elverişli bir atmosfere, ısıya ve yüzeye sahiptir. Güneş Sistemi’ndeki diğer 63 gök cisminden hiçbirinde yaşamın temel şartı olan su yoktur. Dünya’da ise yüzeyin dörtte üçü suyla kaplıdır.
Tüm evren düşünüldüğünde ise, hayat için gerekli olan bu ısı aralığının, gerçekte elde edilmesi çok zor bir aralık olduğunu görürüz. Çünkü evrenin içindeki ısılar, en sıcak yıldızların içindeki milyarlarca derecelik korkunç sıcaklıklardan, “mutlak sıfır” noktası olan – 273.15°C’ye kadar değişebilmektedir. Bu dev ısı yelpazesi içinde karbon-temelli bir hayata izin veren ısı aralığı, çok dar bir aralıktır. AmaDünya, tam bu ısı aralığına sahiptir.
Amerikalı jeologlar Frank Press ve Raymond Siever de, Dünya yüzeyinin ısısına dikkat çekerler. Belirttiklerine göre “yaşam sadece çok sınırlı bir ısı aralığında mümkündür… ve bu ısı aralığı Güneş’in ısısı ile mutlak sıfır arasındaki muhtemel ısıların yaklaşık % 1′lik bir bölümünü oluşturmaktadır. Dünya’nın ısısı, tam bu dar aralıktadır.”
Bu ısı aralığının korunması, elbette Güneş ile Dünya arasındaki mesafe kadar, Güneş’in yaydığı ısı enerjisi ile de yakından ilişkilidir. Hesaplara göre Dünya’ya ulaşan Güneş enerjisindeki %10′luk bir azalma yeryüzünün metrelerce kalınlıkta bir buzul tabakası ile örtülmesiyle sonuçlanacaktır. Enerjinin biraz artması halinde ise tüm canlılar kavrularak öleceklerdir.
Dünya’nın Güneş’e olan uzaklığı, kendi etrafındaki dönüş hızı, ekseninin eğimi, yeryüzü şekilleri gibi birbirinden bağımsız pek çok etken, gezegenin yaşama uygun bir biçimde ısınmasını ve ısının gezegene dengeli bir biçimde yayılmasını sağlar.
Dünya’nın ideal olan ısısının, gezegen içinde dengeli olarak dağıtımı da son derece önemlidir. Nitekim bu dengenin sağlanması için çok özel bazı tedbirler alınmıştır.
Örneğin, Dünya’nın ekseninin 23°27´lık eğimi, kutuplarla ekvator arasındaki atmosferin oluşmasında engel oluşturabilecek aşırı sıcaklığı önler. Eğer bu eğim olmasaydı, kutup bölgeleriyle ekvator arasındaki sıcaklık farkı çok daha artacak ve yaşanabilir bir atmosferin var olması imkansızlaşacaktı. 
Dünya’nın kendi etrafındaki yüksek dönüş hızı da ısının dengeli dağılımına yardımcı olur. Dünya sadece 24 saatlik bir süre içinde kendi etrafını dolaşır ve bu sayede geceler ve gündüzler kısa sürer. Kısa sürdükleri için de gece ile gündüz arasındaki ısı farkı çok azdır. Bu dengenin önemi, bir günü bir yılından daha uzun süren ve bu yüzden gece-gündüz arasındaki ısı farkı 1000°C’yi bulan Merkür ile karşılaştırıldığında görülebilir.
Yeryüzünün şekilleri de ısının dengeli dağılımına yardımcı olur. Dünya’nın ekvatoru ile kutupları arasında yaklaşık 100°C’lik bir ısı farkı vardır. Eğer böyle bir ısı farkı fazla engebesi olmayan bir yüzeyde gerçekleşmiş olsaydı, hızı saatte 1000 km’ye varan fırtınalar Dünya’yı allak bullak ederdi. Oysa ki yeryüzü, ısı farkından dolayı ortaya çıkması muhtemel kuvvetli hava akımlarını bloke edecek engebelerle donatılmıştır. Bu engebeler, yani sıradağlar, Çin’de Himalayalar’la başlar, Anadolu’da Toroslarla devam eder ve Avrupa’da Alplere kadar sıradağlar halinde uzanarak batıda Atlas Okyanusu, doğuda Büyük Okyanus’la birleşir. Okyanuslarda ise ekvatorda oluşan fazla ısı, sıvıların ısı farkını dereceli bir şekilde dengelemesi sayesinde kuzeye ve güneye doğru aktarılır.
Bu arada Dünya’nın atmosferinde ısıyı sürekli dengeleyen birtakım otomatik sistemler de vardır. Örneğin bir bölge çok fazla ısındığında su buharlaşması artar ve bulutlar çoğalır. Bu bulutlar ise Güneş’ten gelen ışınların bir kısmını geri yansıtarak aşağıdaki havanın ve yüzeyin daha fazla ısınmasını engeller.
YERKÜRENİN KÜTLESİ VE MANYETİK ALANI
Dünya’nın Güneş’e olan mesafesi, dönüş hızı ya da yeryüzü şekilleri kadar, büyüklüğü de önemlidir. Dünyamız’ı, Dünya’nın kütlesinin sadece % 8′i kadar bir kütleye sahip olan Merkür’le, ya da Dünya’dan 318 kat daha büyük bir kütleye sahip olan Jüpiter’le karşılaştırdığımızda, gezegenlerin çok farklı büyüklüklere sahip olabileceklerini görürüz. Peki acaba bu kadar farklı büyüklükteki gezegenler içinde, Dünyamız’ın büyüklüğü tesadüfen mi belirlenmiştir?
Hayır! Yerkürenin özelliklerini incelediğimizde, üzerinde yaşadığımız bu gök cisminin tam olması gerektiği büyüklükte olduğunu görürüz. Amerikalı jeologlar Press ve Siever, Dünya’nın bu yönden “uygunluğu” hakkında şu bilgileri verirler:
Dünya’nın büyüklüğü tam olması gerektiği kadardır. Daha küçük olsa yerçekimi çok zayıflayacak ve atmosferi Dünya’nın etrafında tutamayacaktı, daha büyük olsaydı bu kez de yerçekimi çok artacak ve bazı zehirli gazları da tutarak atmosferi öldürücü hale getirecekti…
Dünya’nın kütlesinin yanısıra, iç yapısı da yaşam için özel bir tasarıma sahiptir. Bu iç yapıdaki tabakalar sayesinde, Dünya bir manyetik alana sahiptir ve bu manyetik alan yaşamın korunması için çok önemlidir. Press ve Siever bu konuyu şöyle açıklarlar:
Dünya’nın çekirdeği ise çok büyük bir hassasiyetle dengelenmiş ve radyoaktivite tarafından beslenen bir ısı motorudur… Eğer bu motor daha yavaş çalışsaydı, kıtalar şu anki yapılarına ulaşamazlardı… Demir hiçbir zaman erimez ve merkezdeki sıvı çekirdeğe inmezdi ve böylece Dünya’nın manyetik alanı hiçbir zaman oluşmazdı… Eğer Dünya’nın daha fazla radyoaktif yakıtı olsaydı ve dolayısıyla daha hızlı bir ısı motoru bulunsaydı, volkanik bulutlar Güneş’i kapatacak kadar kalın olur, atmosfer aşırı derecede yoğun hale gelir ve Dünya yüzeyi de hemen her gün volkanik patlamalar ve depremlerle sarsılırdı.

Dünya’nın merkezinde bir tür ıısı motoru vardır. Bu öylesine kusursuz bir biçimde ayarlanmıştır ki, hem Dünyayı koruyan manyetik alanı oluşturacak kadar güçlü, hem de yerkabuğunu lavlara boğmadan taşıyacak kadar dengelidir.
Press ve Siever’ın sözünü ettikleri manyetik alan, yaşamımız için büyük öneme sahiptir. Bu manyetik alan, yukarıda belirtildiği gibi, yerkürenin çekirdeğinin yapısından kaynaklanır. Çekirdek, demir ve nikel gibi manyetik özelliği olan ağır elementleri içerir. İç çekirdek katı, dış çekirdek ise sıvı haldedir. Çekirdeğin bu iki katmanı birbiri etrafında hareket eder. Bu hareket ağır metaller üzerinde bir çeşit mıknatıslanma etkisi yaparak bir manyetik alan oluşturur. Atmosferin çok daha dışına kadar uzanan bu alan sayesinde Dünya, uzaydan gelebilecek olan tehlikelere karşı korunmuş olur. Güneş dışındaki yıldızlardan kaynaklanan öldürücü kozmik ışınlar, Dünya’nın etrafındaki bu koruyucu kalkanı geçemezler. Özelikle de Dünya’nın on binlerce kilometre uzağında manyetik halkalar çizen Van Allen Kuşakları, Dünya’yı bu öldürücü enerjiden korur.
Söz konusu plazma bulutlarının, kimi zaman Hiroşima’ya atılan gibi 100 milyar atom bombasına eş değer olduğu hesaplanmıştır. Aynı şekilde kozmik ışınlar da çok şiddetli olabilirler. Ama Dünya’nın manyetik alanı, tüm bu öldürücü ışınların sadece % 0.1′ni geçirmekte ve kalan bu binde birlik ışınlar da atmosfer tarafından emilmektedir. Bu manyetik alanı üretmek için kullanılan elektrik enerjisi bir milyar amperlik bir akımdır ki, insanlığın tüm tarihi boyunca ürettiği elektrik enerjisinin toplamına yakındır.
Eğer Dünya’nın bu manyetik kalkanı olmasa, yeryüzündeki yaşam sık sık öldürücü ışınlarla tahrip edilecek, belki de hiç var olmayacaktı. Ama Press ve Sevier’in belirttiği gibi, yerkürenin çekirdeği tam olması gerektiği gibi olduğu için, Dünya bu şekilde korunur.
Bir başka deyişle, gökyüzünde, Kuran’daki “gökyüzünü korunmuş bir tavan kıldık; onlar ise bunun ayetlerinden yüz çeviriyorlar” ayetiyle (Enbiya Suresi, 32) dikkat çekildiği gibi, bizler için kurulmuş özel bir koruyucu kalkan vardır. 
IŞIK-ATMOSFER UYUMU
Güneşten yayılan ışınlar Dünya yüzeyine ulaşabilmek için, atmosferden geçmek zorundadırlar. Ancak atmosfer, sadece yararlı ışınların geçişine izin veren özel bir yapıya sahiptir. İşin asıl ilginç olan yönü ise, atmosferin bu ışınların geçişine izin vermesi değil, sadece bu ışınların geçişine izin vermesidir. Çünkü atmosfer yaşam için gerekli olan görülebilir ve yakın kızılötesi ışınlarını geçirirken, yaşam için öldürücü olan diğer ışınların geçişini ise kesin biçimde engellemektedir. Bu ise, Güneş dışı kaynaklardan Dünya’ya ulaşan kozmik ışınlara karşı çok önemli bir “süzgeç” oluşturmaktadır.
Buradaki tasarımın inceliğini görmemek mümkün değildir. Güneş 1025′te 1 ihtimalin arasından sadece bize yararlı olan ışınları yollamakta, atmosfer de zaten sadece bu ışınları geçirmektedir. (Güneş’in yolladığı çok az orandaki yakın morötesi ışınların büyük bölümü de, ozon tabakasına takılmaktadır.)
Konuyu daha da ilginç hale getiren bir başka nokta ise, suyun da aynı atmosfer gibi son derece seçici bir geçirgenlik özelliğine sahip olmasıdır. Su içinde yayılabilen ışınlar, sadece görülebilir ışıktır. Atmosferden geçebilen (ve ısı sağlayan) yakın kızılötesi ışınlar bile, suyun içinde sadece birkaç milimetre ilerleyebilirler. Dolayısıyla Dünya üzerindeki denizlerde, sadece yüzeydeki birkaç milimetrelik tabaka Güneş’ten gelen ışınlarla ısınır. Bu ısı daha aşağı doğru kademeli bir biçimde iletilir. Böylece belirli bir derinliğin altında, Dünya’daki tüm denizlerin ısısı birbirine çok yakındır. Bu ise deniz yaşamı için çok uygun bir ortam meydana getirmektedir.

Su, tüm diğer ışınları kesmesine rağmen, görülebilir ışığı metrelerce derinliğe kadar geçirir. Bu sayede deniz bitkileri fotosentez yapabilirler. Eğer suyun bu özelliği olmasa, Dünya’da yaşama uygun bir ekolojik denge oluşamazdı.
Suyla ilgili daha da ilginç bir başka nokta ise, görülebilir ışığın farklı renklerinin de suyun içinde farklı mesafelere kadar gidebilmesidir. Örneğin 18 metrenin altında kırmızı ışık sona erer. Sarı ışık 100 metre kadar bir derinliğe ilerleyebilir. Yeşil ve mavi ışık ise, 240 metreye kadar iner. Bu ise son derece önemli bir tasarımdır. Çünkü fotosentez için gerekli olan ışık, öncelikle mavi ve yeşil ışıktır. Suyun bu ışık rengini diğerlerinden çok daha fazla geçirmesi sayesinde, fotosentez yapan bitkiler denizlerin 240 metre derinliklerine kadar yaşayabilir.
Tüm bunlar çok önemli gerçeklerdir. Işıkla ilgili hangi fiziksel kanunu incelesek, her şeyin tam yaşam için olması gerektiği gibi olduğu ortaya çıkmaktadır. Encyclopaedia Britannica’da yer alan bir yorum, bunun ne kadar olağanüstü bir durum olduğunu şöyle kabul etmektedir:
Dünya’daki yaşamın farklı yönleri için görülebilir ışığın ne kadar önem taşıdığını düşündüğümüzde, atmosfer ve suyun ışık geçirgenliğinin bu denli dar bir alana sıkıştırılmış olduğu gerçeği karşısında, insan kendisini şaşkınlığa düşmekten alıkoyamamaktadır. 
SİZ BU SATIRLARI OKURKEN GEÇEN HER SANİYEDE :

  • Ay’dan yola çıkan ışık gözünüze ulaştı.
  • Güneş’ten gelen her bir foton 300.000 km yol katetti.
  • Yağmurlarla yeryüzüne 16 milyon ton su indi.
  • Yeryüzünde 100 şimşek çaktı.
  • Dünya uzayda dev kütlesiyle 30 km. yol aldı.
  • Güneş 564 milyon ton hidrojeni 560 milyon ton helyuma çevirdi.
YAĞMURUN ÖLÇÜSÜ
Kuran’da, Zuhruf Suresi’nin 11. ayetinde yağmur, “ölçü” ile inen bir su olarak şöyle tarif edilmektedir:
“O Allah ki gökten bir ölçü ile su indirir.” (Zuhruf Suresi, 11)
Gerçekten de yağmur yeryüzüne şaşmaz bir ölçü içinde inmektedir. Yağmurun sahip olduğu ölçülerden birincisi düşüş hızıyla ilgilidir. Yağmur damlasıyla aynı ağırlık ve büyüklükteki bir cisim 1200 metreden bırakıldığında giderek hızlanacak ve yere yaklaşık 558 km/saatlik bir hızla düşecektir. Eğer yağmur damlası da bu yükseklikten aynı şekilde düşecek olsaydı, bu durumda tüm ekinler tahrip olacak, yerleşim alanları, evler ve arabalar hasar görecek, insanlar gerekli tedbirleri almadan yürüyemeyeceklerdi.
Fakat böyle bir olay hiçbir zaman yaşanmaz; yağmur damlaları ne kadar yüksekten düşerlerse düşsünler, yeryüzüne ulaştıklarında ortalama hızları sadece saatte 8-10 km’dir. Bunun sebebi ise, yağmur damlasının atmosferin sürtünme etkisini artıran ve yere daha yavaş düşmesini sağlayan bir biçime sahip olmasıdır. Eğer yağmur damlası farklı bir şekilde olsaydı veya atmosferin sürtünme özelliği bulunmasaydı, her yağmur yağışında yeryüzünün nasıl bir felaketle karşı karşıya geleceğini anlamak için şu rakamlara bakmak yeterli olacaktır:
“Yağmur bulutlarının minumum yüksekliği 1200 metredir. Bu seviyeden düşen tek bir damlanın yaptığı etki, 1 kilogramlık bir ağırlığın 15 cm yükseklikten aşağı bırakılmasına eşittir. Ancak 10.000 metre yükseklikte de yağmur bulutları bulunabilmektedir ki, bu kez tek bir damla, 1 kilogramlık ağırlığın 110 cm yükseklikten aşağı bırakılmasına eşit bir etki gösterecektir.”
Diğer taraftan yeryüzünde bir saniyede 16 milyon ton su buharlaştığı hesaplanmıştır. Bu aynı zamanda, bir saniyede Dünya’ya yağan yağmur miktarıdır. Bir yılda bu miktar 505 trilyon tona ulaşır. Bu da bir yılda Dünya’ya yağan yağmur miktarıdır. Yani su, sürekli bir denge içinde, “bir ölçüye göre” dönüp durmaktadır. Yeryüzündeki hayatın devamı da, bu su döngüsü sayesinde sağlanır. İnsan sahip olduğu tüm teknolojik imkanları kullansa dahi bu döngüyü asla yapay olarak gerçekleştiremez.
Eğer bu miktarda çok küçük bir değişiklik olsa bile, kısa bir zaman sonra büyük bir ekolojik dengesizlik ortaya çıkacak ve bu da hayatın sonunu getirecektir. Fakat hiçbir zaman böyle olmaz; yağmur, Kuran’da bildirildiği gibi, yeryüzüne her sene aynı miktarda inmeye devam eder.
Yağmurun içerdiği ölçüler bu kadarla kalmamaktadır. Örneğin, yağmurun indiği atmosfer katmalarında ısı, sıfırın altında 40°C’ye kadar düşmektedir. Ancak su burada asla buz kalıplarına dönüşmez. Bunun sebebi atmosferdeki suyun “saf su” niteliğinde olmasıdır. Bilindiği gibi saf suyun bir özelliği çok düşük ısılarda bile donmamasıdır.
SU MUCİZESİ
Suyun sahip olduğu özellikler ve faydaları kadar, meydana gelişi de son derece düşündürücüdür. Su, iki hidrojen atomu ve bir oksijen atomunun birleşmesinden meydana gelir. Ama bu iki atomu su molekülünü oluşturacak şekilde birleştirmek oldukça zordur. Hidrojen ve oksijen atomlarını kontrollü bir ortamda veya bir tüpün içinde biraraya getirdiğinizde bunların aniden bir su molekülüne dönüştüğünü göremezsiniz. Yüzlerce yıl bekleseniz yine böyle bir sonuç ile karşılaşamazsınız. Tüpün içinde su, ancak binlerce yıl sonra ve oldukça az miktarda oluşabilir. Bu da ancak bir ihtimaldir.
Böylesine temel bir hayat kaynağını nasıl elde ederiz? Bazı moleküllerin meydana gelebilmeleri veya değişim geçirebilmeleri için yüksek bir enerji seviyesinin ve dolayısıyla da yüksek bir sıcaklığın olması gerektiğinden daha önce bahsetmiştik. Su için de aynı şey geçerlidir. Havada serbest halde dolaşan iki molekül olan Hidrojen (H2) ve Oksijen gazının (O2) biraraya gelerek suyu oluşturabilmeleri için çarpışmaları gerekmektedir. Çarpışma sırasında hidrojen ve oksijen moleküllerini oluşturan bağlar zayıflar ve bu molekülleri oluşturan atomlar yeni bir molekül olan suyu meydana getirmek üzere birleşirler. Ancak söz konusu çarpışma ancak çok yüksek bir sıcaklıkta ve yüksek bir enerji seviyesinde meydana gelmektedir. Şu anda yeryüzünde suyun oluşumuna olanak sağlayacak kadar yüksek ısı yoktur. Dünyada var olan su, dünyanın oluşumu sırasındaki yüksek sıcaklık sonucunda oluşan su miktarıdır. Bu miktarda hiçbir zaman bir değişme olmaz.
İçtiğimiz, kullandığımız, besinlerle aldığımız su, bize her an düzenli olarak arıtılmış şekli ile geri gelir. Çünkü su, sıcaklıktan etkilenerek 3 farklı halde bulunabilir. Katı hale gelen su, adeta rezerve edilmiş gibi kutuplarda dev buzullar şeklinde saklanmaktadır. Yeryüzünde kullanılan su ise, gaz haline dünüşebildiği için buharlaşarak havaya yükselir ve burada yeniden insanların kullanımına sunulacak şekilde sıvı hale dönüşüp yağmur olarak yeryüzüne düşer. Kısacası bizler, suya özel olarak verilmiş bu özellikler sayesinde defalarca aynı suyu içer, defalarca aynı suyu kullanırız. Su, Allah’ın dilemesi ile bizlere “arıtılmış” hali ile sürekli olarak ikram edilir:
… Biz, gökten tertemiz su indirdik; Onunla ölü bir beldeyi (toprağı) canlandırmak ve yarattığımız hayvanlardan ve insanlardan birçoğunu onunla sulamak için. (Furkan Suresi, 48-49)
TEK BİR OKSİJEN ATOMU, SUYU ZEHİRE DÖNÜŞTÜREBİLİR

Suyu oluşturan atomlar, belirli sıcaklık ve enerji seviyelerinde bir başka oksijen atomuyla birleşirler. Molekül H2O2 formülündedir ve görünürde bu küçük bir değişikliktir. Ama aslında yeni eklenen bu atom, bize hayat veren, rahatlıkla içmek için kullanabildiğimiz suyu zehirli ve yıkıcı etkilere sahip olan hidrojen peroksite dönüştürmüştür.
Hayatımızda bu kadar büyük bir önemi olan suyu oluşturan atomlar belirli sıcaklık ve enerji seviyelerinde bir başka oksijen atomuyla daha birleşirler. Bu birleşme sonucunda H2O formülü H2O2 haline gelir. Görünürde bu küçük bir değişikliktir, ancak bu küçük değişiklik bu molekülün kimyasal özelliklerini tümüyle değiştirmeye yeter. Rahatlıkla içip kullanabildiğimiz, hayatımızın en önemli parçası olan su, bünyesine bir oksijen atomu aldığında hidrojen peroksit haline gelir. Bu değişim oldukça ilginçtir, çünkü bize fayda sağlayan su, bu değişim ile birlikte tümüyle zararlı etkilere sahip olan bir maddeye dönüşür. Peki yeni oluşan bu madde hangi özelliklere sahiptir?
Hidrojen peroksit güçlü bir oksitleyicidir, onunla temas eden tüm canlı bileşikleri ya yok eder ya da onlara ciddi zararlar verir. Zehirli etkisi nedeni ile havadaki sis ve kirliliğin oluşmasında etkilidir. Aynı zamanda güçlü kimyasal etkisi nedeni ile bir beyazlatıcıdır da. Siyah, kahve ve kumral renklerden sorumlu olan melanin pigmentlerini ve diğer pigmentleri okside edip yok etmektedir. Koyu renk saçların açık renge dönüştürülmesinde bu madde kullanılmaktadır.
Atomların biraraya gelerek çeşitli özelliklere sahip moleküller meydana getirmeleri başlıbaşına çok üstün bir sanattır. Ancak tek bir atomun, var olan bir molekülün niteliklerini tamamen değiştirmesi, onu faydalı iken zararlı hale getirmesi, onu yaşam için bir gereksinim iken zehirli bir maddeye dönüştürmesi önemli ve mucizevi bir tasarım harikasıdır. Bunun anlamı şudur; Allah dilediği takdirde, gözle görülmeyen tek bir atomu vesile ederek yepyeni sistemler, yepyeni özellikler meydana getirmektedir. Su ve hidrojen peroksit arasında küçük bir fark olmasına rağmen, oldukça büyük bir kimyasal farkın meydana gelmesi, hiçbir şekilde taklidi yapılamayacak, bir benzeri oluşturulamayacak özel bir yaratılışın hakim olduğunu göstermektedir. Bu kusursuz tasarımın açıklaması, hiçbir şekilde tesadüfler olamaz. Çünkü tek bir atom bile dengeleri değiştirmekte, moleküldeki küçücük bir farklılık tüm nitelikleri değiştirmektedir. Böyle ince bir ayrım ancak üstün bir iradenin kontrolünde olabilir ki bu irade alemlerin Rabbi olan Allah’a aittir.
SUYUN İDEAL AKIŞKANLIK DEĞERİ
Sıvı dendiğinde hepimizin gözünün önünde son derece akışkan bir madde canlanır. Oysa gerçekte sıvıların akışkanlıkları birbirinden çok farklı olabilir. Örneğin katran, gliserol, zeytin yağı ve sülfürik asit arasındaki akışkanlık farklılıkları çok yüksektir. Bu sıvılar su ile karşılaştırıldıklarında ise, ortaya çok daha büyük farklar çıkar. Çünkü su, katrandan 10 milyar kat, gliserolden bin kat, zeytin yağından yüz kat ve sülfürik asitten de 25 kat daha akışkandır.
Su, üstteki karşılaştırmadan da anlaşıldığı gibi, çok yüksek bir akışkanlığa sahiptir. Hatta, eter ve sıvı hidrojen gibi normal formu gaz olan maddeler bir kenara bırakılırsa, suyun tüm sıvılar içinde akışkanlık değeri en yüksek madde olduğunu söyleyebiliriz.

Peki acaba suyun bu akışkanlık değerinin bizim için bir önemi var mıdır? Bu hayati sıvı, biraz daha az ya da fazla akışkan olsa, bizim için fark eder miydi? Michael Denton bu sorulara şöyle cevap verir:
Eğer akışkanlığı daha yüksek olsaydı, su, hayat için uygun bir temel olma özelliğini kesinlikle yitirirdi. Örneğin akışkanlığı sıvı hidrojen kadar yüksek olsaydı, canlıların yapıları, tahrip edici etkiler karşısında çok daha şiddetli hareketlere maruz kalacaktı… Hassas moleküler yapıların su tarafından desteklenmesi mümkün olmayacak, canlı hücresinin son derece hassas olan yapısı yaşamını sürdüremeyecekti… Öte yandan, suyun akışkanlığı biraz daha az olsaydı, (proteinler, enzimler gibi) makromoleküllerin ve özellikle mitokondri gibi özelleşmiş yapılar ile küçük organellerin kontrollü hareketleri imkansız hale gelecekti. Aynı şekilde hücre bölünmesi de imkansızlaşacaktı. Hücrenin tüm yaşamsal faaliyetleri fiili olarak donacak ve bizim bildiğimize benzer bir hücre yaşamı mümkün olmayacaktı. Hücrelerin embriyogenez (anne rahmindeki gelişim) sırasındaki hareket etme ve sürünme yeteneklerine bağlı olan daha yüksek organizmaların gelişimi ise, suyun akışkanlığının çok az bile daha düşük olması durumunda, kesinlikle gerçekleşemeyecekti.
Suyun akışkanlık değeri, sadece hücre içindeki hareketler bakımından değil, aynı zamanda dolaşım sistemi açısından da çok önemlidir.
Bir milimetrenin çeyrekte birinden daha büyük bir vücuda sahip olan tüm canlılar, merkezi bir dolaşım sistemine sahiptirler. Çünkü bu büyüklükten sonra, besinlerin ve oksijenin “difüzyon” yoluyla, yani doğrudan hücre içindeki sıvıya bırakılıp alınarak taşınması mümkün değildir. Vücudun içinde çok sayıda hücre vardır ve dışarıdan alınan havanın ve enerjinin, hücrelere birtakım “kanallar” yoluyla pompalanması, artıkların da başka birtakım “kanallar” tarafından toplanması gereklidir. Bu kanallar, damarlardır. Kalp ise bu damarlardaki akışı sağlayan pompadır. Damarların içinde akan şey ise, “kan” olarak bildiğimiz sıvıdır ki, aslında temel olarak sudan oluşur. (Kanın içindeki hücre, protein ve hormonlar çıkarıldığında geriye kalan ve “plazma” adı verilen sıvının % 95′i sudur.)
İşte bu nedenle, suyun akışkanlığı, dolaşım sisteminin verimli çalışabilmesi açısından çok önemlidir. Örneğin eğer suyun akışkanlığı katranınkine benzer bir değerde olsa, elbette hiçbir kalp bunu pompalayamayacaktır. Katranınkinden 100 milyon kat yüksek bir akışkanlık değerine sahip olan zeytinyağına benzer bir su bile, kalp tarafından pompalansa dahi, vücudun her tarafını kaplayan milyarlarca kılcal damarın içine giremeyecek ya da çok büyük bir akış zorluğu ile karşılaşacaktır.
Ancak elbette kanın bu daracık damarlar arasında tıkanmadan ve ağırlaşmadan hareket edebilmesi, suyun yüksek akışkanlığı sayesinde mümkün olmaktadır. Michael Denton, bu akışkanlığın birazcık bile daha düşük olması durumunda hiçbir kan dolaşımı sisteminin işe yaramayacağını şöyle anlatır:
Bir kılcal damar sistemi, ancak kanalların içine pompalanan sıvının yüksek bir akışkanlığa sahip olması durumunda çalışır. Yüksek akışkanlık çok önemlidir, çünkü sıvının damar içindeki hareketi, sıvının akışkanlığına doğru orantı ile bağlıdır… Buradan açıklıkla görmek mümkündür ki, eğer suyun akışkanlığı sadece birkaç kat daha fazla olsa, kılcal damarlardaki kan akışı için çok büyük bir pompalama basıncı gerekecek ve herhangi bir kılcal damar sistemi işlemez hale gelecektir. Eğer suyun akışkanlık değeri biraz az olmuş olsa ve en küçük kılcal damarın çapı 3 mikron yerine 10 mikron olmak zorunda kalsa, bu kılcal damarlar, yeterli oksijen ve glikoz oranını ulaştırabilmek için (beslemeleri gereken) kas dokusunun neredeyse tamamını kaplayacaklardır. Açıktır ki, (bu durumda) geniş yaşam formlarının dizaynı imkansız hale gelecek ya da olağanüstü derecede sınırlanacaktır. Dolayısıyla, suyun hayata uygun bir temel olabilmesi için, akışkanlığının şu anda sahip olduğu değere çok çok yakın olması, zorunludur.
Bir başka deyişle, suyun tüm diğer özellikleri gibi akışkanlığı da, yaşam için olabilecek en ideal değerdedir. Sıvıların akışkanlıkları arasında milyarlarca kat farklılıklar vardır. Ama su, bu milyarlarca farklı akışkanlık değeri içinde tam olması gereken değerle yaratılmıştır.
SU NORMAL DAVRANSAYDI ?

Su diğer tüm sıvıların aksine, donduğu zaman genleşir. Bu nedenle de buz, suyun üzerinde yüzer.
Suyun yukarıdaki birinci maddede anlatılan özelliği, Dünya üzerindeki denizler açısından çok önemlidir. Eğer bu özellik olmasa, yani buz suyun üzerinde yüzmese, Dünya üzerindeki suyun çok büyük bir bölümü tamamen donacak, göllerde ve denizlerde hiçbir yaşam kalmayacaktı.
Bu gerçeği biraz detaylı olarak inceleyelim. Dünya’nın pek çok yerinde soğuk kış günlerinde ısı 0°C’nin altına düşer. Bu soğuk elbette denizleri ve gölleri de etkiler. Bu su kütleleri giderek soğurlar. Soğuyan tabakalar dibe doğru çöker, daha sıcak kısımlar yüzeye çıkar, ama bunlar da havanın etkisiyle soğur ve yine dibe doğru çöker. Ancak bu denge sıcaklık 4°C’ye gelince birden değişir, bu kez ısının her düşüşünde, su genleşmeye ve hafiflemeye başlar. Böylece 4°C’lik su en altta kalır. Daha yukarıda 3°C, onun üstünde 2°C, böylece devam eder. Suyun yüzeyi ise 0°C’ye vararak donar. Ama sadece yüzey donmuştur. Yüzeyin altında kalan 4°C’lik bir su tabakası, balıkların ve diğer su canlılarının yaşamlarını sürdürmeleri için yeterlidir.
(Bu arada suyun yukarıdaki beşinci maddede değindiğimiz özelliği de çok büyük bir işlev görmektedir: Bu özellik, buzun ve karın termal iletkenliklerinin düşük olmasıdır. Yani buz, havadaki soğuğu, altındaki su tabakasına çok az iletir. Böylece dışarıdaki hava -50°C’yi bulsa bile, denizin üstündeki buz tabakası bir-iki metreyi geçmez. Foklar, penguenler ve diğer kutup hayvanları, bu sayede denizin üstündeki buzu delip alttaki suya ulaşabilirler.)

Suyun üstten donma özelliği sayesinde, Dünya’daki denizler yüzeyde oluşan buz tabakalarına rağmen her zaman için sıvı olarak kalırlar.  Eğer su bu “olağanüstü” özelliğe sahip olmasaydı, denizlerin tamamına yakını sürekli olarak donacak ve deniz yaşamı imkansız hale gelecekti.
Eğer böyle olmasa ne olurdu? Su “normal” davransaydı, tüm diğer sıvılar gibi onun da ısı kaybına paralel olarak yoğunluğu artsaydı, yani buz suyun dibine batsaydı ne olurdu?
Bu durumda okyanuslar, denizler ve göllerde, donma alttan başlayacaktı. Alltan başlayan donma, yüzeyde soğuğu kesecek bir buz tabakası olmadığı için, yukarı doğru devam edecekti. Böylece Dünya’daki göllerin, denizlerin ve okyanusların çok büyük bölümü dev birer buz kütlesi haline gelecekti. Denizlerin yüzeyinde sadece birkaç metrelik bir su tabakası kalacak ve hava sıcaklığı artsa bile, dipteki buz asla çözülmeyecekti. Böyle bir Dünya’nın denizlerinde hiçbir canlı yaşayamazdı. Denizlerin ölü olduğu bir ekolojik sistemde kara canlılarının varlığı da mümkün olamazdı. Kısacası Dünya, eğer su “normal” davransaydı, ölü bir gezegen olacaktı
Suyun neden “normal” davranmadığı, yani 4°C’ye kadar büzüştükten sonra neden birdenbire genleşmeye başladığı ise, hiç kimsenin cevaplayamadığı bir sorudur.
EVRENDEKİ DENGELER LİSTESİ
Yerküreyi incelediğimizde, neredeyse bitmeyecekmiş gibi duran çok  büyük “yaşam için gerekli dengeler” listesi oluşturabiliriz. Örneğin Amerikalı astronom Hugh Ross, Dünya’nın yaşam için uygunluğuyla ilgili bazı maddeleri şöyle sıralamaktadır:
YERÇEKİMİ;
-Eğer daha güçlü olsaydı: Dünya atmosferi çok fazla amonyak ve metan biriktirir, bu da yaşam için çok olumsuz olurdu.
-Eğer daha zayıf olsaydı: Dünya atmosferi çok fazla su kaybeder, canlılık mümkün olmazdı.
GÜNEŞ’E UZAKLIK;
-Eğer daha fazla olsaydı: Gezegen çok soğur, atmosferdeki su döngüsü olumsuz etkilenir, gezegen buzul çağına girerdi.
-Eğer daha yakın olsaydı: Gezegen kavrulur, atmosferdeki su döngüsü olumsuz etkilenir, yaşam imkansızlaşırdı.
YER KABUĞUNUN KALINLIĞI;
-Eğer daha kalın olsaydı: Atmosferden yerkabuğuna çok fazla miktarda oksijen transfer edilirdi.
-Eğer daha ince olsaydı: Hayatı imkansız kılacak kadar fazla sayıda volkanik hareket olurdu.
DÜNYA’NIN KENDİ ÇEVRESİNDEKİ DÖNME HIZI;
-Eğer daha yavaş olsaydı: Gece gündüz arası ısı farkları çok yüksek olurdu.
-Eğer daha hızlı olsaydı: Atmosfer rüzgarları çok çok büyük hızlara ulaşır, kasırgalar ve tufanlar hayatı imkansızlaştırırdı.

AY İLE DÜNYA ARASINDAKİ ÇEKİM ETKİSİ;
-Eğer daha fazla olsaydı: Ay’ın şiddetli çekiminin, atmosfer şartları, Dünya’nın kendi eksenindeki dönüş hızı ve okyanuslardaki gelgitler üzerinde çok sert etkileri olurdu.
-Eğer daha az olsaydı: Şiddetli iklim değişikliklerine neden olurdu.
DÜNYA’NIN MANYETİK ALANI;
-Eğer daha güçlü olsaydı: Çok sert elektromanyetik fırtınalar olurdu.
-Eğer daha zayıf olsaydı: Güneş Rüzgarı denilen ve Güneş’ten fırlatılan zararlı partiküllere karşı Dünya’nın koruması kalkardı. Her iki durumda da yaşam imkansız olurdu.
ALBEDO ETKİSİ (YERYÜZÜNDEN YANSIYAN GÜNEŞ IŞIĞININ, YERYÜZÜNE ULAŞAN GÜNEŞ IŞIĞINA ORANI)
-Eğer daha fazla olsaydı: Hızla buzul çağına girilirdi.
-
Eğer daha az olsaydı: Sera etkisi aşırı ısınmaya neden olur, Dünya önce buzdağlarının erimesiyle sular altında kalır daha sonra kavrulurdu.
ATMOSFERDEKİ OKSİJEN VE AZOT ORANI:
-Eğer daha fazla olsaydı: Yaşamsal fonksiyonlar olumsuz şekilde hızlanırdı.
-Eğer daha az olsaydı: Yaşamsal fonksiyonlar olumsuz şekilde yavaşlardı.
ATMOSFERDEKİ KARBONDİOKSİT VE SU ORANI:
-Eğer daha fazla olsaydı: Atmosfer çok fazla ısınırdı.
-Eğer daha az olsaydı: Atmosfer ısısı düşerdi.
OZON TABAKASININ KALINLIĞI
-Eğer daha fazla olsaydı: Yeryüzü ısısı çok düşerdi.
-Eğer daha az olsaydı: Yeryüzü aşırı ısınır, Güneş’ten gelen zararlı ultraviole ışınlarına karşı bir korumakalmazdı.
SİSMİK (DEPREM) HAREKETLERİ
-Eğer daha fazla olsaydı: Canlılar için sürekli bir yıkım olurdu.
-Eğer daha az olsaydı: Okyanus zeminindeki besinler suya karışmaz, okyanus ve deniz yaşamı dolayısıyla bütün Dünya canlıları olumsuz etkilenirdi. 64
Burada sayılanlar Dünya’da yaşamın oluşabilmesi ve canlılığın devam edebilmesi için gereken, son derece hassas dengelerden sadece birkaçıdır. Yalnızca burada sayılanlar bile evrenin ve Dünya’nın tesadüfler sonucunda, rastgele olayların ardı ardına gelmesiyle oluşamayacağını kesin olarak ortaya koymak için yeterlidir.
Tüm bu bilgiler, apaçık bir gerçeği bir kez daha teyit eder niteliktedir: Tüm evreni, yıldızları, gezegenleri, dağları ve denizleri kusursuzca yaratan, insana ve tüm canlılara hayat veren, her şeyi yoktan var etmeye güç yetiren, yarattıklarını insanın emrine veren, sonsuz güç ve kudret sahibi olan Allah’tır. Allah’ın bu kusursuz yaratışı bazı Kuran ayetlerinde şöyle anlatılmaktadır:
Yaratmak bakımından siz mi daha güçsünüz yoksa gök mü? (Allah) Onu bina etti. Boyunu yükseltti, ona belli bir düzen verdi. Gecesini kararttı, kuşluğunu açığa-çıkardı. Bundan sonra yeryüzünü serip döşedi. Ondan da suyunu ve otlağını çıkardı. Dağlarını dikip-oturttu; size ve hayvanlarınıza bir yarar (meta) olmak üzere. (Naziat Suresi, 27-33)

İNSANIN YARATILIŞINDAKİ UYUM

İNSANIN YARATILIŞINDAKİ UYUM

Kıyafetleriniz derinizle sürekli temas halindedir. İlk giydiğiniz anda giysilerinizin cildinizdeki temasını hissedersiniz, ancak kısa bir süre sonra bu his kaybolur. Çünkü derinizdeki alıcılar belirli bir süre sonra beyninize sinyal göndermeyi durdururlar. Bu harika sistem olmasaydı; giyinmek gibi sıradan bir olay dahi rahatsız edici bir hal alırdı. Ayrıca kıyafetlerin dikkatinizi dağıtması nedeniyle, diğer sinyalleri anlayamazdınız. Kısacası, hayatınız çok zorlaşır, hiçbir şey yapamaz hale gelirdiniz. Koku alma duyusu için de benzer bir durum söz konusudur.
Yemek kokularının yoğun olduğu bir lokantaya girdiğinizde, bu kokuları hemen algılarsınız. Aradan kısa bir süre geçtikten sonra ise ortamdaki yemek kokularını fark etmez olursunuz. Oysa koku miktarında herhangi bir azalma olmamıştır. Ancak siz lokantadaki kokuya alışmışsınızdır. Bir değişiklik olmamasına rağmen kokuya karşı duyarlılığın değişmesine neden olan, adaptasyon denilen özel bir mekanizmanın devreye girmesidir. Bu mekanizmanın ne kadar önemli olduğunu şöyle ifade edebiliriz: Yoğun kokuların bulunduğu bir ortamda çalışanları, örneğin, sözü edilen lokantanın mutfağındaki ahçıları ele alalım. Eğer ahçıların ortamın kokusuna karşı duyarlılığı azalmasaydı; böyle bir durum oldukça rahatsızlık verici olurdu. Aynı zamanda sürekli olarak meşgul durumdaki koku alıcıları mutfaktaki bir tehlikeyi, mesela yanık kokusunu hissetmeyebilirdi. Bu alandaki araştırmalarıyla tanınan Frank Zufall, koku adaptasyonunun kompleks mekanizmalar içerdiğini belirtmektedir. Öyle ki moleküler düzeydeki karmaşık işlemlerin detayları henüz çözülememiştir. Koku alıcı hücrelerde en az üç farklı adaptasyon mekanizması olduğu düşünülmektedir. Ek olarak, beyinde de duyu organlarından gelen bilgileri gözden geçiren, ileten veya durduran merkezler olduğu kabul edilmektedir. Peki karbon, azot, oksijen gibi atomlardan oluşmuş koku alma ve bunları algılayan beyin hücreleri, detayları hala anlaşılamayan bu kompleks sistemi nasıl meydana getirmiş ve geliştirmiş olabilirler? Şuursuz hücreler hangi bilginin işleme konulacağına, hangisinin konulmayacağına nasıl karar verebilirler? Bu hücreler ne zaman devreye girmeleri, ne zaman devre dışı kalmaları gerektiğini nasıl bilebilirler? Sizin kontrolünüz dışında, sizin için en doğrusunu nasıl yapabilirler? (Harun Yahya, Koku ve Tat Mucizesi)
Soruların cevabı inanan insanlar için oldukça açıktır. Tüm bunlar, Allah’ın üstün aklının muhteşem bir uyum içinde yaratmasının delilleridir.
 
200.000 ÇEŞİT PROTEİN ÜRETEN 100 TRİLYON HÜCREMİZ
Hücre tüm bilim adamlarını hayranlık içinde bırakan bir yaratılış harikasıdır. Elektron mikroskobu ile incelendiğinde hücrenin içinde arı kovanındaki faaliyetleri andıran çok hareketli bir yapı olduğu görülebilir. Trilyonlarca hücre insanın vücudunu yaşatmak için birlikte ve uyum içinde hareket ederler.

İnsan vücudundaki bu görünmez yapıları bir şehir merkezine benzetmek mümkündür. 100 trilyon hücrenin her biri, etrafı duvarla çevrelenmiş bir şehir gibi tüm ihtiyaçlarını karşılar, enerji üretir, haberleşme, nakliye ve güvenlik birimleri barındırır. Santral birimleri hücrenin enerjisini, fabrikalar proteinleri ve hayati önem taşıyan kimyasalları üretirler. Kompleks nakliye sistemleri ise bu kimyasalları hücrenin içerisinde bir noktadan diğer bir noktaya ve gerektiğinde hücrenin ötesine taşırlar. Barikatlardaki nöbetçiler de muhtemel tehlike işaretlerini almak için dış dünyayı gözlerler. Disiplinli biyolojik ordular istilacılarla savaşabilmek için hazır bir durumda beklerken, içeride düzen hakimdir. İnsan vücudunda  yaklaşık 200.000 çeşit protein vardır ve bunlar hücrelerimizde üretilir.
Hücre içi ulaşım sistemi de oldukça komplekstir. Hücreler kendi içlerinde birçok bölüme ayrılmıştır ve aralarında büyük bir uyum içinde işleyen bir iş bölümü mevcuttur. Bu bölümlerin bir kısmı besin depolarken, bir kısmı enzim ve protein üretir ve birbirleri arasında geçiş sağlarlar. Örneğin hücre içinde bazı besinler, kullanıma geçmek üzere moleküler kamyonlara yüklenirler. Her bir kamyon varacağı noktanın kilidini açacak bir anahtara sahiptir. Böylece bir kısım proteinler de, yükleme limanları gibi hareket ederek, kamyonları açar ve içindekileri boşaltırlar. Buradaki organize ve koordine işlemler, tariflerin çok ötesinde kompleks boyutlardadır.
Kuşkusuz hücreler düşünme, öğrenme, karar alma, plan yapma gibi bilince ait özelliklerden yoksundurlar. Böyle bir çıkarım yapacak ne beyinleri, ne gözleri, ne de bir sinir sistemleri vardır. Ancak hücrelerin gerçekleştirdiği işlere baktığımızda en bilinçli kişiden daha öngörülü, daha akılcı ve tedbirli, daha dikkatli ve titiz çalışmalar yaptıklarını görürüz. Hücrede sergilenen bu üstün akıl “her şeyi yaratmış, ona bir düzen vermiş, belli bir ölçüyle takdir etmiş” (Furkan Suresi, 2) olan Yüce Allah’a aittir.
HÜCRELERİN KUSURSUZ UYUMU
Vücuttaki trilyonlarca hücre birbirleriyle akıl almaz bir işbirliği içindedir. Örneğin saç tellerinizin hepsinin beraber uzamalarının nedeni kafa derisi hücrelerinin uyumundandır.

İşte bu hassas ilişki, hücre zarında bulunan ve diğer hücrelerle ilişkileri sağlayan özel proteinler ve kancalara benzeyen uzantılar sayesinde olur. Bu mekanizmalar henüz insan anne karnında bir cenin halinde iken oluşmaya başlar. Bölünme sırasında bazı hücreler bilinmeyen bir şekilde aniden farklı proteinler üretmeye başlarlar. Bu farklı üretimin sonucunda hücreler arasındaki yapısal farklılıklar ortaya çıkar. Bu değişimden hücre zarı da etkilenir ve dış yüzeyinde kancamsı uzantılar oluşur. Bu uzantılar sayesinde ancak kendi cinslerinden olan hücrelere tutunabilirler. Böylece milyarlarca benzer hücre biraraya gelerek organları oluştururlar.
ATMOSFER VE NEFES
Hayatımızın her dakikasında nefes alırız. Sürekli olarak ciğerlerimize hava çeker ve hemen sonra da aynı havayı geri veririz. Bunu o kadar çok yaparız ki, “normal” bir işlem olduğunu düşünürüz. Oysa gerçekte nefes almak çok karmaşık bir iştir.
Vücut sistemimiz öyle bir biçimde ayarlanmıştır ki, nefes alırken bu işi düşünmemize gerek kalmaz. Yürürken, koşarken, kitap okurken hatta uyurken, vücudumuz sürekli olarak ne kadar nefes almamız gerektiğini hesaplar ve ciğerlerimizi ona göre çalıştırır. Nefes almaya bu kadar çok ihtiyaç duymamızın nedeni, vücudumuzda her saniye gerçekleşen milyarlarca ayrı işlemin, hep oksijen sayesinde gerçekleşen reaksiyonlardan enerji sağlamasıdır.
Şu anda bu yazıyı okuyabilmeniz, gözünüzün retina tabakasındaki milyonlarca hücrenin sürekli olarak oksijenle beslenmesi sayesinde mümkün olmaktadır. Eğer kanınızdaki oksijen oranı düşerse, “gözünüz kararır”. Bunun gibi, vücuttaki tüm kasların, bu kasları oluşturan hücrelerin tümü, karbon bileşiklerini “yakarak” yani oksijenle reaksiyona sokarak enerji elde eder. Bu enerji elde edildiğinde ise ortaya vücuttan atılması gereken karbondioksit çıkar.
İşte bunun için nefes alırız. Havayı içimize çektiğimiz anda, akciğerlerimizde bulunan yaklaşık 300 milyon küçük odacığa oksijen dolar. Bu odacıkların duvarlarını kaplayan kılcal damarlar hemen bu oksijeni çekerler ve önce kalbe sonra da vücudun her tarafına taşırlar. Kılcal damarlar oksijeni içeri alırken, aynı anda da atık madde olan karbondioksiti bırakırlar. Yarım saniye sürmeyen bu işlem sayesinde, içimize çektiğimiz temiz (oksijenli) havayı, dışarıya kirli (karbondioksitli) olarak veririz.
Akciğerlerimizde neden 300 milyon odacık olduğunu düşünebilirsiniz. Bundaki amaç, ciğerin hava ile temas eden alanını maksimuma çıkarmaktır. Odacıklar sayesinde sıkıştırılmış olan bu alan gerçekte o kadar büyüktür ki, eğer bu alanı ciğerin içinden çıkarıp düz bir yüzeye yaysak, bir tenis kortu kadar yer kaplar.
Burada bir noktaya dikkat edelim: Akciğerlerin içindeki odacıkların ve dolayısıyla bu odacıklara giden kanalların bu kadar dar olması, oksijen solunumunu artırmak için yapılmış harika bir tasarımdır. Ama bu tasarım, bir başka şartın yerine gelmesine bağlıdır: Havanın yoğunluğunun, akışkanlığının ve basıncının, bu kadar dar kanallar içinde rahatlıkla hareket edebilecek değerlerde olmasına.
Havanın basıncı 760 mm Hg’dir. Yoğunluğu, deniz seviyesinde, litre başına bir gram civarındadır. Deniz yüzeyindeki akışkanlığı ise, suyun elli katı kadar fazladır. Birer önemsiz rakam sanabileceğimiz bu değerler, gerçekte bizim yaşamımız için çok kritiktirler. Çünkü, “hava soluyan canlıların var olabilmesi için, atmosferin genel karakteristik özellikleri-yoğunluğu, akışkanlığı, basıncı vs.-şu anda sahip oldukları değerlere çok çok benzer olmak zorundadır”.
Nefes alırken ciğerlerimiz “hava direnci” denen bir güce karşı enerji kullanırlar. Hava direnci, havanın harekete karşı gösterdiği durgunluk eğilimidir. Ancak bu direnç, atmosferin özellikleri sayesinde çok zayıftır ve ciğerlerimiz kolaylıkla havayı içeri çekip dışarı itebilirler. Bu direncin biraz artması ise, ciğerlerimizin zorlanmaya başlamasına neden olacaktır. Buradaki mantık bir örnekle açıklanabilir: Bir enjektörün iğnesinden su çekmek kolaydır, ama aynı iğneyle bal çekmek çok daha zordur. Çünkü bal, sudan daha az akışkanlığa ve daha yüksek bir yoğunluğa sahiptir.
İşte eğer atmosferin yoğunluk, akışkanlık, basınç gibi değerleri biraz farklılaşsa, nefes almak bizim için bir enjektöre bal çekmek gibi zorlaşacaktır. Bu durum karşısında “o zaman enjektörün iğnesi kalınlaşabilir” diye düşünmek, yani akciğer kanallarının genişletilmesini önermek ise yanlıştır. Çünkü o zaman ciğerlerin hava ile temas eden alanı çok küçülmekte ve ciğerler vücut için gerekli oksijeni alabilecek yapıdan uzaklaşmaktadır. Yani havanın yoğunluk, akışkanlık, basınç gibi değerlerinin mutlaka belirli bir aralık içinde olması şarttır, ve bugün soluduğumuz havanın sahip olduğu değerler, tam da bu dar aralığın içindedir.
Atmosferin rakamsal değerleri, sadece bizim solunumumuz için değil, mavi gezegenin “mavi” olarak kalması için de önemlidir. Eğer atmosfer basıncı şu anki değerinden beşte bir kadar azalsa, denizlerdeki buharlaşma oranı çok fazla yükselecek ve atmosferde çok yüksek oranlara varacak olan su buharı tüm Dünya üzerinde bir “sera etkisi” oluşturarak gezegenin ısısını aşırı derecede yükseltecektir. Eğer atmosfer basıncı şu anki değerinden bir kat daha fazla olsa, bu kez de atmosferdeki su buharı oranı büyük ölçüde azalacak ve Dünya üzerindeki karaların tamamına yakını çölleşecektir.
Tüm bu dengeler, Dünya’nın diğer özellikleri gibi atmosferinin de insan yaşamı için özel olarak yaratıldığını göstermektedir. O üstün Yaratan, Kuran’da bizlere öğretmiş olduğu gibi, tüm evrenin Rabbi olan Allah’tır.
Sizin için, yeryüzüne boyun eğdiren O’dur. Şu halde onun omuzlarında yürüyün ve O’nun rızkından yiyin. Sonunda gidiş O’nadır. (Mülk Suresi, 15) 
GÜNEŞ IŞIĞI İLE GÖZ ARASINDAKİ UYUM
Biyolojik olarak gerçekleşen ‘görme’ işlemi için uygun olan yegane ışınlar, “görülebilir ışık” olarak tanımladığımız belli bir dalga boyudur. Güneş’in yaydığı ışığın büyük bölümü bu dalga boyuna karşılık gelir.
Görme işleminin gerçekleşmesi için en temel şart, retinadaki hücrenin fotonu (cisimden gelerek göze giren ışık demetleri ) algılamasıdır. İşte bunun gerçekleşmesi için, bu fotonun görülür ışık sınırları içinde kalması şarttır. Daha farklı bir dalga boyundaki fotonlar, hücreler için ya çok zayıf ya da çok güçlü kalırlar ve gereken reaksiyonu başlatamazlar. Gözün boyutlarının küçük veya büyük olması bir şey değiştirmez. Önemli olan, hücrenin algıladığı dalga boyu ile, fotonun dalga boyu arasındaki uyumdur.
Bilindiği gibi, canlı hücrelerinin yapı taşları organik moleküllerdir. Organik moleküller karbon atomunun sayısız farklı türevdeki bileşiklerinden meydana gelirler. Bu organik moleküllerin oluşturduğu görme hücrelerinin görülebilen ışığın dalga boyundan farklı ışınları algılayabilecek kapasiteye sahip olması mümkün değildir. Kısaca, diğer ışınları algılayacak bir göz tasarımının, yeryüzünde biyolojik olarak işlevsel olması imkansızdır.
Prof. Michael Denton, Nature’s Destiny (Doğanın Kaderi) adlı kitabında bu konuyu detaylı olarak inceler ve organik bir gözün ancak “görülebilir ışık” sınırları içinde görebileceğini açıklar. Teorik olarak tasarlanabilecek başka hiçbir göz modelinin, farklı dalga boylarını görebilmesi mümkün değildir. Prof. Denton, bu konuda şunları söylemektedir:
“Ultraviyole, X ve gama ışınları çok fazla enerji taşırlar ve yüksek derecede tahrip edicidirler. Uzak kızılötesi ve mikrodalga ışınları da yaşam için zararlıdır. Yakın kızılötesi ve radyo dalgaları ise çok zayıf enerjiye sahip oldukları için tespit edilemezler.
Pek çok nedenden dolayı, elektromanyetik yelpazenin görülebilir bölgesi, biyolojik görme yeteneği için uygun olan yegane bölgedir. Özellikle de insan gözüne benzer yüksek çözünürlü kamera tipi omurgalı gözleri için, bu ışık aralığından başka uygun bir dalga boyu yoktur.”
Tüm bunları birarada düşündüğümüzde, şu sonuca varırız: Güneş öyle ince tasarlanmış bir aralıkta ışık yaymaktadır ki, muhtemel ışık türlerinin sadece 1025′te 1′ini oluşturan bu aralık, hem Dünya’nın ısınması, hem kompleks canlıların biyolojik işlevlerinin desteklenmesi, hem bitkilerin fotosentez yapması, hem de Dünya üzerindeki canlıların görme yeteneğine sahip olması için en ideal aralıktır.
Elbette tüm bu hassas dengeler, tesadüf denen başıboş sürecin düzenlediği sistemler değildir. Tüm bunları yaratan, göklerin, yerin ve bu ikisi arasındaki herşeyin Rabbi ve Hakimi olan Allah’tır. Allah’ın yarattığı her detay yaşamın her aşamasında karşımıza bir mucizeler zinciri olarak çıkmakta ve bize, bizi Yaratan’ın sonsuz kudretini göstermektedir.
Allah, sonsuz ilminin göstergesi olarak, binlerce çeşit farklı canlıda, binlerce çeşit farklı göz çeşidini, mükemmel yapılarıyla birlikte yaratmıştır. Kuran’da bir ayette Allah şöyle buyurmuştur:
“Gözler O’nu idrak edemez; O ise bütün gözleri idrak eder. O, latif olandır, haberdar olandır.” (Enam Suresi, 103)
Tesadüfen rastlaşmaları ihtimal dışı olan faktörlerin biraraya gelmesi, hem gözü, hem onun görebileceği ideal ışık aralığını, hem de bu aralıkta ışık yayan Güneş’i var eden Allah’ın özel yaratması ile mümkün olmuştur.

VÜCUDUMUZDA OKSİJENİN DAĞITILIŞI
Aort atardamarı, kanın kalpten çıkış noktasıdır. İçinde oldukça fazla miktarda kan barındırır ve genişliği yetişkin bir insanda 2,5 cm’i bulmaktadır. Bu damar, temiz kanı diğer damarlara dağıtacak ana damar olduğundan son derece dayanıklı ve güçlü olmalıdır. Çünkü kan, bu damardan oldukça yüksek bir basınçla dağıtılır. Ve tam olması gerektiği gibi, son derece özel bir tasarımı vardır.

Kanın içindeki bir hücre, beden içindeki yolculuğuna sol kulakçıkta başlar. Bütün bedeni çeşitli damarlar yoluyla kateden hücre, akciğerlere döndüğünde yolculuğunu bitirmiştir. Bu yolculuk sırasında ayak parmağından beyne kadar ulaşmakta, mikronlarla ölçülen kılcallara kadar tüm damarları güzergah olarak kullanmaktadır. Bu arada vücut dokularına oksijen bırakır, karbondioksiti de alarak akciğerler yoluyla vücuttan atılmasını sağlar.
Kalpten çıkan aort ve akciğer atardamarı, üç tabakadan meydana gelmiş damarlardır. En dışta lifli bağ dokudan meydana gelmiş bir dış tabaka vardır. Bu tabakadaki bağ dokusunun varlığı son derece önemlidir. Bu dokuda bulunan elastik lifler, her türlü basınca karşı dayanıklılık sağlamaktadır. Eğer damarların bu özelliği olmasaydı, kalbin atış kuvveti ile son derece basınçlı gelen kan, bu damarların yapısını kaçınılmaz olarak bozacak hatta yırtılmalarına neden olacaktı. Allah’ın bu önemli damarda sergilediği tasarım, “örneksiz yaratan” anlamına gelen Bedi isminin bir başka tecellisidir. Bu atımın günde yüzlerce kez gerçekleştiği gerçeğini de göz önüne alırsak, damarın sadece bir gün içinde parçalanma ihtimali oldukça yüksek olacaktı. Ama söz konusu korunma sistemi bu ihtimalleri ortadan kaldırmış ve uzun bir ömür boyunca damarın bu basınca karşı koymasını sağlamıştır. Bu aynı zamanda koruyan ve gözeten Allah’ın kullarına karşı şefkatinin de bir göstergesidir.
Aort damarının orta kısmında düz kaslardan meydana gelen elastik lifler bulunur. Bu kaslar, gönderilen kanın miktarının ayarlanması için oldukça büyük bir öneme sahiplerdir. Kaslar, daralıp açılarak atardamarın çapını azaltıp artırmaya yarar. Organ ve dokulara giden kan miktarı, bu elastik yapı sayesinde dengelenir. Aortun ve akciğer atardamarının iç yüzeyinde ise tek sıralı yassı epitel dokudan oluşmuş bir tabaka bulunmaktadır. Bu dokunun son derece önemli bir özelliği vardır. Bu doku sayesinde damarın iç yüzeyi adeta cilalanmış gibidir. Bu cilalı ve yağlı yüzey, sürtünmeyi azaltmakta ve kanın kolaylıkla ve süratli olarak akıp gitmesini sağlamaktadır.
Aort damarı, sola doğru bir yay çizerek ikiye ayrılır. Üste giden damar baş ve kollara, alta ayrılan damar ise çeşitli yan damarlarla diğer organlara yayılır. İstirahat koşullarında atardamarlar, akciğerlerden oksijeni aldıktan sonra, genel olarak 10 saniyeden az bir zamanda bunu dokulara ulaştırırlar. Ancak ağır egzersiz yapıldığı zamanlarda atardamarlardaki kanın hızı daha da artar. Kandaki hücreler artık oksijeni 2-3 saniye gibi kısa bir zaman içinde taşıyabilirler. Bu nedenle Allah’tan aldıkları ilhamla vücudun ihtiyacını çok iyi gözetme yeteneğine sahip olmuşlardır.
Atardamarların bir başka önemli özelliği ise, kanın kalpten aralıklı gelmesi sırasında yüksek basınçlı bir rezervuar oluşturması ve kanın bir kısmını, ikinci bir kalp vurumuna kadar depo etmesidir. Bu görev için yukarıda bahsettiğimiz özel tasarım son derece önemlidir. Atardamarlar, sahip oldukları genişleyebilen kas yapıları sayesinde böyle bir depolama işlevine sahiptirler. Bu özellik, bedende sürekli kan bulunmasını sağlar. Damarlardaki bu esneklik başka açılardan da önemlidir. Atardamar esnek olduğu için, kan bu sisteme pompalandığında basıncın aşırı yükselmesi önlenir. Aynı zamanda esneklik, kalp atımları sırasında yüksek atardamar basıncını devam ettirerek dokulara kesintisiz olarak kan akımının devam etmesini sağlar. Allah, damarlara verdiği esneklik özelliğini, vücudun dengesini muhafaza edecek pek çok detay için gerekli kılmıştır. 
VÜCUDUMUZDAKİ ISI DAĞITIM SİSTEMİ
Kanın taşıdığı hayati kargo paketlerinden biri de “ısı”dır. Kanla dolu damarlar, tıpkı bir binanın sıcak su taşıyan kalorifer boruları gibi ısıyı bütün vücuda yayarlar. Ancak ısının kaynağı kalorifer örneğinde olduğu gibi tek bir kalorifer kazanı değil, vücuttaki bütün hücrelerdir. Kan sayesinde hücrelerin ürettikleri ısı bedene eşit olarak dağıtılır.
Gün içinde yaptığımız hareketlerin temposuna göre vücudumuzda çeşitli değişiklikler yaşanır. Örneğin vücut sıcaklığı arttığı zaman beyindeki düzenleyici merkez (hipotalamus) kan damarlarının genişlemesini  ve ter bezlerinin harekete geçmesini sağlar.(1) Bunun üzerine hemen vücut ısısı azalır. Vücudumuzda ısı kaybı olduğunda da aynı düzenleyici merkez tam tersi işlem yaparak kan damarlarının  daralmasını ve titreme oluşmasını sağlar.(2) Bu önlemlerden sonra vücut ısısı tekrar yükselir.
Eğer vücudumuzun ısı dağıtım sistemi olmasaydı oldukça büyük sıkıntılar yaşardık. Kas gücüyle yaptığımız bir iş sonucunda, örneğin koştuğumuzda bacaklarımız ya da bir yük kaldırdığımızda kollarımız aşırı derecede ısınır, diğer bölgelerimiz ise soğuk kalırdı. Bu dengesiz yapı, metabolizmamıza büyük zarar verirdi. İşte bu nedenle ısının bedene eşit olarak dağıtılması son derece önemlidir.
Aynı şekilde bedenimizde fazla yükselen ısının düşürülmesi için de terleme mekanizması ile birlikte kan devreye girer. Deri altındaki kan damarları genişler ve böylece kanın taşıdığı ısıyı havaya bırakması kolaylaştırılmış olur. Bu nedenle yüksek tempolu fiziksel işler yaptığımız zaman, damarların genişlemesi sonucunda yüzümüz kızarır. Kan, vücut ısımızın korunmasında da büyük rol oynar.
Üşüdüğümüzde ten rengimiz beyazlaşır. Çünkü derimizin altındaki kan damarları havanın soğukluğuna göre daralır. Bedenimizde havaya yakın bölgelerdeki kan bu şekilde azaltılmış olur ve vücuttaki soğuma minimuma indirilir. 
KANIMIZ PIHTILAŞMASAYDI?
Vücudun herhangi bir bölgesinde bir kanama olduğunda ilk yardım trombosit adı verilen kan plakçıklarından gelir. Trombositler kanın içinde dağınık olarak dolaşırlar, bu nedenle kanama vücudun neresinde olursa olsun mutlaka o bölgeye yakın, devriye gezen bir trombosit vardır.
“Von Willebrand” isminde bir protein ise, kaza yerini işaret ederek yardım isteyen bir trafik polisi gibi, trombositleri gördüğünde önlerini keser ve olay yerinde durmalarını sağlar.
Vücudumuzda meydana gelen küçük bir çizik veya kesik sonucunda, derinin hemen altında damarlarımızda akan kan dışarı sızar. (en soldaki resim) Bir süre sonra deliğin etrafındaki kan pıhtılaşmaya başlar. (ortadaki resim) Yumuşak bir yapıya sahip olan fibrin ilk başta yarayı kapattıktan sonra kurumaya başlar ve yarayı iyileşene kadar korumak için büzülerek sert bir kabuk halini alır. (en sağdaki resim)
Olay yerine gelen ilk trombosit, tıpkı telsizle yardım ister gibi, özel bir madde salgılayarak, diğer ekipleri olay yerine çağırır. Gözle görülemeyen bir hücre ortada bir problem olduğunu anlamakta ve diğer mekanizmalarla haberleşebilmektedir. Diğer ekipler kendilerine gelen mesajı anlamakta ve kendilerinden isteneni yapmaktadırlar. Vücudunuzun küçük bir noktasında gözle görülemeyen varlıklar birbirleri ile haberleşmekte ve bir organizasyon gerçekleştirmektedirler.
Bu arada, vücutta yer alan 20′ye yakın enzim biraraya gelerek yaranın üzerinde trombin adında bir protein üretmeye başlar. Bu enzimlerden tek bir tanesinin olmaması sistemin işlememesi ve insanın hayatını kaybetmesi anlamına gelmektedir. Ancak herşey planlanmış ve sistem kusursuz bir şekilde kurulmuştur.
Trombin sadece açık yaranın olduğu yerde üretilir. Bu, olay yerinde bulunan ilk yardım ekibinin, hasta için gereken ilacı olay yerinde imal etmeleri gibi bir olaydır. Üstelik bu üretim tam ihtiyaç kadar olmalıdır. Ayrıca bu proteinin üretimi tam zamanında başlamalı ve tam zamanında durdurulmalıdır. Başlama ve durdurma emrini trombini üreten enzimler kendi aralarında verirler.
Yeteri kadar bu proteinden üretildikten sonra fibrinojen adında iplikçikler oluşturulur. Bu iplikçiklerin çok önemli bir görevi vardır: Kanın üzerinde bir ağ oluştururlar ve gelen trombositler bu ağa takılarak birikir. Bu birikim yoğunlaştığında ise kanın dışarı akışı durur. Yara tamamen iyileştiğinde ise kan pıhtısı yine benzer işlemlerle çözülür.
Solda pıhtılaşmayı sağlayan hücreler, sağda ise fibrin iplikçiklerinin kan hücrelerini hapsedişi yani pıhtılaşma olayı görülüyor.
Eğer bu hayati sistemde bir aksaklık olsaydı ne olurdu düşünelim: Yara olmadığı halde kan birdenbire pıhtılaşmaya başlasaydı ya da yaranın etrafında oluşan pıhtı bulunduğu yerden ayrılsaydı ya da pıhtılaşmada rol alan proteinler arasındaki haberleşmede aksaklıklar olsaydı… Bunlardan herhangi birinin olması durumunda kalp, akciğer veya beyin gibi hayati organlara giden yollarda tıkanma, kan kaybından ölme gibi durumlarla karşılaşırdık.
Kanın pıhtılaşması denince, sadece gözle görülür yaralardaki pıhtılaşma akla gelmemelidir. Gün içinde çok sık başımıza gelen, ancak çoğu zaman fark etmediğimiz kılcal damar parçalanmalarının tamir edilebilmesi için de pıhtılaşma sisteminin olması zorunludur. Bacağınızı masanın kenarına ya da salonun ortasındaki sehpaya çarptığınızda çok sayıda kılcal damarınız parçalanır. Bu durum iç kanamalara yol açar ancak pıhtılaşma sistemi sayesinde kanama hemen durur ve arkasından tamir işlemi başlar.
Pıhtılaşma sistemi olmasaydı ne olurdu? Hemofili olarak nitelendirilen hastalık ortaya çıkardı. Hemofili rahatsızlığı olan kişilerin en ufak bir darbeden bile korunmaları gerekir. Çünkü özellikle hastalığın ileri aşamalarında çok ufak bir kanama bile durdurulamaz, bu da hastanın kan kaybından ölümüne neden olur.
Kanımızdaki pıhtılaşma özelliği mutlaka olmak zorundadır. Üstelik çok sıkı bir denetime tabi tutulması da gerekmektedir. Her detayı ayrı bir plan ve hesap ürünü olan bu sistem, Allah’ın sonsuz ilminin, aklının ve gücünün bir göstergesidir.
Yaratan, hiç yaratmayan gibi midir? Artık öğüt alıp-düşünmez misiniz? (Nahl Suresi, 17)
40 ORGANELDEN OLUŞAN GÖZ
Evrim teorisinin iddialarınının yanlışlığını bilimsel bulgular karşısında sorgularken başvurulması gereken en temel kaynaklardan biri, kuşkusuz Darwin’in kendi koyduğu kıstaslardır. Darwin, teorisini ortaya atarken, bu teorinin nasıl yanlışlanabileceğine dair birtakım somut ölçüler de belirlemiştir. Türlerin Kökeni adlı kitabının pek çok bölümünde “eğer teorim doğruysa” diye başlayan pasajlar yer alır ve Darwin bu pasajlarda teorisinin gerektirdiği bulguları tarif eder. Darwin’in itiraf niteliğindeki bu sözlerinden biri şöyledir:
Eğer birbirini takip eden çok sayıda küçük değişiklikle kompleks bir organın oluşmasının imkansız olduğu gösterilse, teorim kesinlikle yıkılmış olacaktır. Ama ben böyle bir organ göremiyorum. (Charles Darwin, The Origin of Species: A Facsimile of the First Edition, Harvard University Press, 1964, s.189)

Darwin, 19. yüzyılın ilkel bilim düzeyi içinde canlıların indirgenebilir bir yapıda olduklarını düşünmüş olabilir. Ancak, günümüz teknolojisinin son ulaştığı bulgular göstermiştir ki, Darwin’in “göremiyorum”dediği kompleks organlar hemen her canlıda, üstelik çok sayıda bulunmaktadır. Söz konusu bu organlar birbirinden bağımsız olan çok sayıda küçük parçanın bir uyum içinde çalışmasıyla işlev görebilirler. Bu durum bilim adamları tarafından “indirgenemez komplekslik” olarak adlandırılmaktadır.
İndirgenemez komplekslik özelliğine sahip birçok organ vardır. Örneğin insan gözü yaklaşık olarak 40 tane ayrı küçük organdan oluşan kompleks bir organdır. Bu küçük organların hepsi bir arada çalışmalıdır ki gözümüz görme fonksiyonuna sahip olabilsin. Diğer bir deyişle, evrim savunucularının iddia ettikleri gibi her parça zaman içerisinde ayrı ayrı oluşmuş olamaz. Zira böyle olmuş olsaydı göz hiçbir zaman görebilen bir organ olamazdı. Gözümüz son derece ileri düzeyde bir görüntü teknolojisine sahiptir. Modern teknoloji son 10-15 yılda otomatik odaklama yapan kameralar üretmiştir, ama hiçbir kamera göz kadar hızlı ve kusursuz odaklama yapamamaktadır.
Gözün bu kompleks yapısı karşısında evrim teorisinin “indirgenebilirlik” iddiası tüm anlamını yitirmektedir. Çünkü gözün işe yarayabilmesi için aynı anda tüm bölümleriyle birlikte yani eksiksiz bir şekilde var olması gerekir. Çok açıktır ki göz, evrimcilerin iddia ettikleri gibi kademe kademe oluşmamıştır, bir anda yaratılmıştır.
Gözümüz de tıpkı diğer organlarımız gibi bizlere Yüce Rabbimiz’in bir lütfudur. Nitekim, bir Kuran ayetinde Yaratıcımız olan Allah şöyle buyurmuştur:
O, sizin için kulakları, gözleri ve gönülleri inşa edendir; ne az şükrediyorsunuz. (Müminun Suresi, 23) 
ORGANLARIMIZIN SESİN OLUŞUMUNDAKİ UYUMU
Sesin oluşabilmesi için gırtlaktaki kaslar, dil, dişler, damak, dudaklar gibi pek çok organ ve hava birbiri ile mükemmel bir uyum içerisinde çalışır. Eğer böylesi bir organizasyon olmasaydı konuşmak istediğimiz zaman ortaya anlaşılmaz ve rahatsız edici bir gürültü çıkardı. Bu organizasyonu mümkün kılan detaylar şunlardır:
Ses Tellerindeki Detay
  • İnsan sesini oluşturan en önemli organlar, ses telleri ve onların bağlı bulunduğu kaslardır. Bunlar gırtlağın içindeki ses kutusunda bulunan mukus tabakası ile kaplı bir çift kastır. Gırtlağın ön kısmında halka biçiminde olan kalkansı kıkırdakların arkasında yer alır.
  • Sesin üretilebilmesi için V şeklindeki ses tellerinin II şekline gelmesi gerekir. Ancak eğer birbirlerine çok yaklaşırlarsa veya yeterince gergin değillerse ses kalitesi düşer. Hatta konuşma gerçekleşmez.
  • Ses tellerinin boyu, sesin kalınlığını belirler. Ses teli ne kadar uzun olursa, ses o kadar ince çıkar. Kadınların erkeklere oranla daha ince sesli olmalarının temelinde yatan neden de budur. Çünkü kadınların ses telleri erkeklerin ses tellerinden daha uzundur.
  • İnsan dışında hiçbir canlının sesini dinleyerek onun cinsiyeti ayırt edilemez. İnsan ise bu açıdan farklıdır. Konuştuğumuz insanı görmesek bile ses tonundan onun kadın mı yoksa erkek mi olduğunu hemen anlayabiliriz. Bu elbette Yüce Allah’ın insanlara bahşettiği çok özel bir detaydır.
Ses tellerinin ses çıkarabilmesi için aralarındaki mesafe, uzunluk, gerilim gibi birçok özelliğin çok ince düşünülmesi ve hesaplanması gerekir. Sadece ses telindeki bu detaylar düşünüldüğünde bunların tesadüfen geliştiğini iddia etmek elbette imkansızdır. Ses telleri, bunların titreşimi gibi birçok detay, Yüce Allah’ın üstün aklı ve her şeyi bir ölçü ile yaratmasının en güzel delilidir. Yüce Allah bu gerçeği bir Kuran ayetinde şöyle haber vermiştir:
“… O’nun Katında her şey bir miktar (ölçü) iledir.” (Ra’d Suresi, 8)
Gırtlaktaki Detay
  • Sesin oluşumundaki detaylar, sadece ses telleri ile sınırlı değildir. Nefes borumuzun ağız boşluğuna açılan kısmında yer alan gırtlak (larinks) boyunca, ses telleri dışında uzanan başka kaslar da yer alır. Bu kaslar teller arasındaki hava boşluğunu ve tellerin uzunluğunu kontrol ederler ve ses tellerinin titreşebilmesi, hava akımının geçebilmesi için gırtlağı oluşturan diğer kaslardan bağımsız olarak hareket ederler. Kuşkusuz bu evrim teorisi ile açıklanamayacak bir detaydır. Gırtlağın ses tellerinin titreşmesi için aşama aşama gelişerek, sadece ses tellerinin bulunduğu kısımda ayrı bir kas yapısı oluşturması elbette mümkün değildir. Konuşmanın en önemli şartlarından biri olan bu detay, Yüce Allah’ın “Ol“ emriyle bir anda gerçekleşmiştir.
  • İnsanın gırtlağının yapısında konuşmaya yönelik bir başka detay, diğer canlılara oranla insan gırtlağının çok daha aşağıda yaratılmış olmasıdır. Bu detay gırtlaktan çıkan nefesin farklı seslere dönüşmesini sağlar. Gırtlağın bu özelliğinden dolayı nefes borusuna sürekli besin kaçma ihtimali vardır. Bu risk, bebeklik döneminde kazanılan reflekslerle ve “küçük dil” olarak adlandırılan organla ortadan kaldırılmıştır.
Ağız, Diş, Burun ve Dilin Görevi
  • Dünyanın dört bir yanında farklı diller konuşulur. Fakat tüm insanların ağızlarından benzer harf sesleri çıkar. Çünkü insanlar Yüce Allah’ın ilhamıyla harfleri söylerken hep aynı organlarını kullanırlar.
  • Her iki dudakları ile ‘P’ ve ‘B’, dudak ve dişleri ile ‘F’ ve ‘V’, dilin ön kısmı ile ‘T’ ve ‘D’, dilin arka kısmı ile de ‘K’ ve ‘G’ seslerini çıkarırlar.
  • Hiçbir bebek doğduğu zaman harfleri söylerken ağız boşluğunu nasıl kullanacağını bilmez, fakat konuşma zamanı geldiğinde Afrika’daki kabilede yaşayan bir çocuk da, New York’ta oturan bir çocuk da harfleri aynı şekilde söyler. Kuşkusuz bu büyük bir mucizedir ve konuşmanın tek kaynaktan Yüce Allah’tan gelen ilham ile yapıldığının en güzel delilidir.
  • Konuşma esnasında bazı organların diğerlerinden daha baskın kullanılması ise gerek konuşmanın anlaşılması gerekse dinleyenin algılamasında sorunlar oluşturur. Örneğin konuşurken gırtlak bölgesini kullananların sesi parazitli çıkar ve rahat duyulabilmelerini zorlaştırır.
  • Sadece ağız boşluğunu kullanan kişiler ağızlarını yeteri kadar açmadıkları için “a” ya da “o” yerine “ı” sesi çıkarır ve bu kişilerin seslerini duymak güçleşir.
  • Yalnızca burun bölgesini kullanan kişilerin sesi ise tonsuz, enerjisiz ve uğultu halinde çıkar. Bu sorunun nedenlerinden biri yumuşak damağın yeterince çalışmamasıdır. Yumuşak damağın görevlerinden biri, seslerin burun yoluyla çıkmasını engellemek için burun yolunu kapamaktır. Çünkü bazı sesler burun yoluyla çıkmak ister, bu durumda yumuşak damak o bölgeyi kapatır ve seslerin doğru çıkmasını sağlar.
  • Şüphesiz burada birkaç örnekle işaret edilen detaylar, seslerin doğru bir biçimde çıkması için tüm sistemin belirli hareketleri aynı anda yapması gerektiğini ortaya koyar. Hiçbirimizin farkında olmadan gerçekleştirdiği bu organizasyon, Yüce Allah’ın üstün aklının sonuçlarından yalnızca biridir.
Beynin Rolü
  • Tüm konuşmanın organizatörü, beyindeki bir bölgedir. Burada düşüncenin ana yapısı oluşur, kulak ve gözlerden gelen sinyallerle birleştirilir ve boğaza gönderilir.
  • Hayvanların beyinlerinde böyle bir bölge yoktur. Bazı papağan, muhabbet kuşu hatta karga türlerinin konuşabilmeleri ise bilinçli bir konuşma şekli değildir. Sadece ezberleme ve tekrar edebilme yeteneklerinden kaynaklanır.
  • Bizim beynimizde konuşma noktasının bulunması bize ait özellikler olmadığı gibi, bazı kuş türlerinin kelimeleri ezberleyip tekrar edebilmeleri de onlara ait özellikler değildir. Çünkü beyin sadece bir et parçasıdır. Bu et parçasının düşünüp, konuşmaya karar vermesi hangi harflerin hangi organları kullanarak çıkacağını belirleyebilmesi, kelimelerin anlamlı bir biçimde ve düşünmeden çıkarak dinleyenin anlayabileceği cümlelere dönüşmesi elbette bir et parçasının yapabileceği işlemler değildir. Beyin sadece konuşmayı yönlendiren bir vesiledir. Ayette bildirildiği gibi kelimeleri öğreten ve konuşmayı ilham eden Yüce Allah’tır.
            “İnsanı yarattı. Ona beyanı öğretti.” (Rahman Suresi, 3–4)
SESİMİZİ EŞSİZ KILAN DETAYLAR
Sesimizdeki mucizenin bir diğer tarafı ise tıpkı parmak izi gibi her insanın kendine özgü sesinin olmasıdır? Peki, bu mucize nasıl gerçekleşir?
Bugüne kadar yaşamış, yaşayan ve yaşayacak olan milyarlarca insan birbirinden farklı ses tonlarına sahiptir. Bu elbette Yüce Allah’ın insanlara lütuf olarak bahşettiği büyük bir nimettir. Çünkü bu nimet vasıtasıyla insanlar arasındaki iletişim kolaylaşır, birbirlerini görmeseler bile seslerinden tanıyabilirler. Ayrıca insanların zevk alacakları şarkıları dinleyebilmeleri de ancak ses tonlarının farklı olması ile mümkündür.
Sesimizin sadece kendimize özgü olmasını sağlayan sebep jet makineleri çevresindeki girdapların ses üretmeleri ile benzer yapıdadır. Bu konuda Cincinnati Üniversitesi’nden tıp doktoru Sid Khosla ve ekibi jet makineleri ile ilgili uzun süreli araştırmalar yapmışlardır ve bu araştırmalarda şu sonuca varmışlardır:
  • Akciğerden çıkan hava akımı gırtlak boyunca tıpkı ses motorlarındaki gibi girdaplar yaparak ses üretmektedir.
  • Eğer görülebilseydi, dönen duman halkalarına benzeyecek olan bu girdaplar, her insanda farklı ton oluşturan seslere dönüşür. Ancak bu girdapların oluşum mekanizmaları insanın aklıyla çözebileceğinden çok daha karmaşıktır.
  • İnsanın oluşum mekanizması hakkında bile tam bir bilgiye sahip olmadığı ve kendine özgü ses yapısının ortaya çıkmasında hiçbir katkısının olmadığı çok açıktır. Kişiye özel ses elbette Yüce Allah’ın yaratma sanatındaki aklın üstünlüğünü gösterir. Her insanda ses ve konuşma oluşturan donanım ve hava aynı olmasına rağmen her insanın kendisine özgü bir sese sahip olması elbette bir aklın kavrama sınırının çok üstündedir. Bu durum Rabbimiz’in üstün aklını, bir örnek edinmeksizin yaratan olduğunu göstermektedir. Allah insanı yaratmış ve ona, dünya üzerindeki başka hiçbir canlıda olmayan kavramlarla düşünme, konuşma ve kendine özgü ses çıkarma yeteneğini bahşetmiştir.
    Her insanın ses oluşumunda görev alan organlarını kullanış şekli farklıdır. Bu nedenle herkesin kendine ait bir ses tonu vardır. Ancak eğer Allah dileseydi bütün insanlar aynı sesle konuşabilir, her yerde aynı ses tonunu da işitebilirlerdi. Kendi sesimiz, annemizin sesiyle, arkadaşlarımızın veya komşumuzun sesi ile aynı olabilirdi. Bunun yanında aynı ses tonuyla bütün insanların telefonla irtibat kurmaları pek çok açıdan riskli ve güç olurdu. Çünkü herkes birbiri adına konuşma yapabilir, bu durumda insanları ayırt etmek mümkün olmazdı. Ayrıca birbirinden farklı güzellikteki insan sesleri olmayacağından tek düze bir müzik anlayışına sahip olurduk.
    Ancak alemlerin Rabbi olan Allah büyük bir nimet ve lütuf olarak insanlar arasındaki iletişimi kolaylaştırmak ve zevk alacakları şarkılar ve sohbetler oluşturmak için; onları birbirinden farklı ve benzersiz ses tonları ile yaratmıştır.
BİLİNMEYEN BİR MUCİZE : BİRLEŞİK PROTEİN
Proteinler, “amino asit” adı verilen daha küçük moleküllerin belli sayılarda ve çeşitlerde özel bir sırayla dizilmelerinden oluşan “dev” moleküllerdir.
Şimdi, üzerinde birçok telefonun bulunduğu bir ofis masası düşünün. Masadaki bütün telefonların kordonları birbirine girip karışmış olsun. Bu kordonları çözüp hangi kordonun hangi telefondan çıktığını anlamak ilk bakışta mümkün olmayacaktır. Proteinler de bazı durumlarda iç içe girmiş bu telefon kordonları gibi hatta çok daha karışık biçimde bükülmeler yaparak birbirleriyle birleşirler.
Birçok protein ancak bu birleşmeyi gerçekleştirdikten sonra görevini yerine getirebilecek hale gelir. Fakat proteinlerin birbirleriyle birleşerek dev moleküller meydana getirebilmeleri için de çok hassas dengelerin sağlanması gereklidir. Böyle olmadığında bir araya gelip bağlanmaları mümkün olmaz. Proteinlerin birleşmeleri için gerekli olan bu uyuma büyük yap-boz oyunlarını örnek olarak verebiliriz. Tek bir parçanın dahi girinti ve çıkıntıları yerine uygun olmazsa, resmi tamamlamak mümkün olmaz. Proteinler için de benzer bir durum söz konusudur. Birleşecek proteinlerden bir tanesinin bile bağlantı şekli uygun olmazsa, dev molekül hiçbir işe yaramaz.

Birleşik proteinlerin vücuttaki görevlerini yerine getirebilmeleri için ayrıca, tam gerekli sayıda birleşmeleri şarttır. Örnek olarak “insülin” hormonunu düşünebiliriz. Bu protein birden fazla amino asit zincirinin birleşmesiyle vücuttaki şeker fazlasını depolama emrinin verilmesini organize eder.
İnsülinin yapısındaki bir bozukluk bu molekülü işe yaramaz hale getirecek ve kişinin şeker hastası olmasına neden olacaktır. Çünkü insülin görevini yapmadığı zaman vücuda giren şekerler tam olarak kullanılmadan ve ihtiyaç için depolanamadan vücuttan atılır. Bunun sonucunda ise vücudun işleyişi sırasında gerektiğinde kanda ve depoda şeker bulunamaz. Dolayısıyla hücrelerin ihtiyacı olan enerji karşılanamamış olur. Bu durumda da ölüm kaçınılmazdır.
Tek başlarına veya bir araya konduklarında bir anlam ifade etmeyen amino asitler, bu bükülmeler ve kıvrılmalar ile önemli bir anlam kazanarak, vücut içinde hayati görevlere sahip olmaktadır. Aynı düz bir kağıdın, bilinçli, planlı ve bir tasarıma götüren kıvırma ve katlamalarla bir gemi veya uçak şekli alarak anlam kazanması gibi… Bu noktada şunu da belirtmek gerekir ki, proteinin yapısı, planlı bir şekilde katlanarak elde edilen kağıttan bir şekilden çok daha kompleks ve organizedir. Dahası, protein molekülü, gözle dahi görülemeyecek, hatta elektron mikroskobunda dahi tespit edilemeyecek kadar küçüktür. Bu kadar küçük bir alana sığdırılan atomlar, önce bir plan ve tasarıma uygun olarak dizilmekte, sonra yine bu plan ve tasarıma uygun olarak bükülüp kıvrılmaktadır. Bunların hepsi, bilip gördüğümüz hiçbir tasarımla karşılaştırılamayacak kadar olağanüstü ve hayranlık uyandıran özelliklerdir.
Böylesine kusursuz, kompleks, birkaç aşamalı ve çok parçalı bir düzenin tesadüfen oluşması açıkça görüldüğü gibi imkansızdır. Üstelik burada anlatılanlar proteinin yapısı ile ilgili sayısız detayın en basitleştirilmiş bir özetidir. Bu gerçek ise, canlılığın en küçük yapıtaşlarında dahi, tesadüfen oluşum iddiasına asla yer olmadığını kesin olarak göstermektedir.
“Onlar, ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah’ı zikrederler ve göklerin ve yerin yaratılışı konusunda düşünürler. (Ve derler ki:) Rabbimiz, Sen bunu boşuna yaratmadın. Sen pek yücesin, bizi ateşin azabından koru.” (Al-i İmran Suresi, 191)
TÜM BEDENİMİZİ DENETLEYEN ENZİMLER

Pek çok sinir hücresi yuvarlak bir kütle ile son bulur. Bu yuvarlak bölge, asetilkolin adı verilen kimyasal moleküllere uygun hassas alıcılarla çevrelenmiştir. Sinirlerde bir uyarı oluştuğunda, asetilkolin bu boşluğa doğru ilerler ve hemen oradaki alıcılara bağlanarak uyarı iletimini gerçekleştirir. Bu işlemin sürekli devam etmemesi için o bölgede bulunan asetilkolin esteraz adı verilen bir enzim devreye girer ve asetilkolinin etkisini ortadan kaldırır. Bu enzim, günlük yaşamımıza sağlıklı olarak devam edebilmemiz için sinir sistemimizde yeralan önemli parçalardan bir tanesidir.
Bazı proteinler enzim yapısındadır ve hücre içinde sürekli olarak kimyasal reaksiyonlara katılarak vücudun metabolizmasına ait faaliyetleri düzenlerler. İnsan hücresinin içinde 3500′den fazla enzim bulunmaktadır. Bunlardan bir veya birkaç tanesinin eksik olması durumunda ise hücre içi faaliyetler tamamen birbirine karışabilir. Bunun sonucu ise hücrenin parçalanıp bozulması yani canlılığın sona ermesidir.
Enzimlerin en önemli görevi DNA molekülünün kopyalanmasına yardımcı olmaktır. Bunun dışında bu akıllı moleküller, nefes almamızı, ayakta durabilmemizi, yemek yiyebilmemizi, görmemizi, konuşmamızı, büyüyüp gelişmemizi sağlamak için hiç durmadan vücut içinde hareket halindedirler. DNA’da kayıtlı olan genetik kodlara göre ribozom adı verilen hücre organelinde üretilen büyük moleküller, vücut içinde gerekli mesajları gerekli yerlere gönderir, hangi işlem için hangi organın harekete geçmesi gerektiğini bilir, hücre içindeki fazla maddeleri ayıklar ve vücut içinde sürekli olarak bir işe koşarlar. Bu moleküller, becerikli birer “denetleyicidirler”.
Bir enzim molekülünü diğer protein moleküllerinden ayıran tek fark sahip olduğu üç boyutlu şekildir. Eğer enzimler kendi özelliklerini belirleyen bu özel üç boyutlu şekle sahip olmasalardı, hücre içi işlemler, beyinden çeşitli organlara iletilen bilgiler ve hücre içi denetimler olmayacak ve hücreleri yaşatmak için gerekli pek çok işlem yapılamayacaktı.
Unutulmamalıdır ki, DNA’nın kopyalanması sırasında meydana gelen hataları düzeltecek tek bir enzimin var olmaması, ilgili genin işlevsiz kalmasına veya daha da kötüsü hatalı üretim yaparak kanser başlatmasına neden olabilir. Enzimlerin vücudun farklı yerlerine ulaşarak çeşitli işlemler gerçekleştirme yöntemleri de moleküler dünyadaki bir başka mucizedir. Enzimin kendisine ulaşıp haber taşıdığı, değişikliğe uğrattığı veya harekete geçirdiği molekülü tanıması gerekmektedir. Enzim, karşısındaki molekülün üzerinde bulunan çeşitli şekil ve yapılardan bu molekülün ne tip bir reaksiyona girebileceğini anlar. Artık yakından tanıdığı bu molekülde reaksiyon başlatır ve yapısında karakteristik değişiklikler meydana getirir. Önemli olan, bu enzimin birleşeceği molekülün üç boyutlu yapısıdır.
Molekülün sahip olduğu bu üç boyutlu karmaşık geometrik yapı, mükemmel bir şekilde enzimin moleküler yapısına uyum gösterir. Bu adeta kilide uyan anahtar gibidir. İki molekül birbirlerine kenetlendiklerinde bir kilit sistemi meydana gelir ve böylelikle birbirlerini etkileyebilirler. Bu kilit sistemi sayesinde enzim, molekülde meydana gelmesi gereken değişikliği yerine getirir. Hücrede binlerce farklı reaksiyon olur ve bunların gerçekleşebilmesi için binlerce farklı enzim mevcuttur.
Hücrelerimizin her birinde her dakika birkaç bin enzim reaksiyona girer. Bazen tek bir enzim tek bir saniyede 300 ayrı molekül ile bu birleşme işlemini gerçekleştirir. Bütün bu reaksiyonların gerçekleşebilmesi ve enzimlerin faaliyete geçebilmesi için vücut ısısının ve vücudun pH dengesinin de belli oranlarda olması gerekmektedir. Belirli bir ısının üzerinde iken enzimler parçalanırlar. Bu durum aynı zamanda bütün proteinlerin parçalanmasına neden olur. Dolayısıyla canlı bedeni bütün bu işlemlerin gerçekleşebilmesi için son derece hassas bir sisteme ve mekanizmaya sahip, özel olarak yaratılmış bir bedendir. Bu hassas oranlardaki herhangi bir dengesizlik, metabolizmanın tümüyle bozulmasına neden olabilir.
GENLER

İnsan, kalbinin atışını kontrol edemez. Yemek yerken tükürük bezinin faaliyetlerinin denetimi kendi elinde değildir. Kendi kontrolüne bırakılsa, her saniye nefes alması gerektiğini sürekli olarak hatırlaması oldukça zordur. Bunun gibi sayısız vücut fonksiyonu onun hiçbir müdahalesi olmadan gerçekleşmektedir. Ancak kendi bedeninde kendi denetimi olmamasına karşın, sahip olduğu tüm sistemlerde kusursuz bir işleyiş vardır.
İnsanın kromozomlarının içinde kendisiyle ilgili her bilgi vardır. Çekirdekteki 46 kromozomun her biri, bir insan ile ilgili tüm bilgileri taşıyan genlere sahiptir. İnsan vücudunda bulunan bütün organlar,Allah’ın dilemesiyle hücrelerde yer alan genlerin tarif ettiği bir plan çerçevesinde inşa edilirler.
Örneğin, vücutta deri 2.559, beyin 29.930, göz 1.794, tükürük bezi 186, kalp 6.216, göğüs 4.001, akciğer 11.581, karaciğer 2.309, bağırsak 3.838, iskelet kası 1.911 ve kan hücreleri 22.092 gen tarafından kontrol edilmektedir
ALDESTERON HORMONUNUN MUCİZEVİ ÖZELLİĞİ
 
Siz bu yazıyı okurken vücudunuzda milyonlarca işlem yapılmaktadır. Bu işlemlerle bedeninizin hangi bölgesinde hangi hücrelerin neye ihtiyaçları olduğu hesaplanmakta, hangi görevleri yapmaları gerektiği belirlenmekte, hücrelerin ihtiyaçlarını karşılayacak önlemler alınmakta ve hücrelere ne yapmaları gerektiği teker teker bildirilmektedir. Bu işlemler sırasında böbrek kanalcıklarında bulunan hücreler sodyum iyonunu (Na+) geri alırken bir taraftan da potasyum iyonunu (K+) idrara verirler.
Çünkü sodyum ve potasyumun kanda çok özel bir oranda bulunmaları gerekmektedir. Aldesteron hormonu ise bu önemli dengenin sağlanmasından sorumludur.
Aldesteron Hormonu
Hayatta kalabilmeniz için vücudunuzda, her an, sayılamayacak kadar çok dengenin sağlanması gerekir. İnsan, günlük yaşamını sürdürürken bu dengelerin hiçbirinin farkında değildir. Örneğin, şu anda kan basıncınızın değeri birçok ayrı sistem tarafından ayarlanmaktadır. Böbrek üstü bezlerinin ürettiği “aldosteron” isimli hormonun görevi;
  • Kan basıncınızın düşmesini engellemek,
  • Vücudunuzdaki sodyum dengesini düzenlemektir.
Vücudumuzda 1 gramın 10 milyonda biri kadar az bir miktarda aldosteron hormonu bulunmaktadır. Yapılan araştırmalar 1 ton böbrek üstü bezinden yalnızca 10 mg aldosteron salgılandığını belirlemiştir. Bu da çok önemli bir gerçeği ortaya koymaktadır. 1 gram aldosteron hormonu elde etmek için toplam 10 milyon insanın böbrek üstü bezlerinin ürettikleri aldosteronu biriktirmek gerekmektedir. İnsan vücudu o kadar hassas bir denge ile yaratılmıştır ki, bu kadar az miktarda bulunan bir hormonun eksikliği ölüme neden olabilir.
İnsan vücudundaki her hücre özel bir görev için yaratılmış, özel niteliklerle donatılmış ve görev yapması gereken yere yine özel olarak yerleştirilmiştir.
Allah bir ayette şöyle buyurmaktadır:
“Göklerin ve yerin mülkü O’nundur; çocuk edinmemiştir. O’na mülkünde ortak yoktur, her şeyi yaratmış, ona bir düzen vermiş, belli bir ölçüyle takdir etmiştir.”
(Furkan Suresi, 2)
HAYATİ BİR ORGANEL : SİLYA
Nefes alırken aslında havayla birlikte birçok zararlı maddeyi de solumuş oluruz. Ancak bu bizi etkilemez. Çünkü vücut için zararlı olan birçok madde akciğerlere ulaşamadan belirli güvenlik kapılarında tutularak etkisiz hale getirilir.
Burundan bronşlara kadar bütün solunum yollarının yüzeyi mukus adlı bir tabakayla kaplıdır. Bu maddenin, solunum yollarını nemlendirici bir özelliği vardır. Bu sayede havayla birlikte solunan toz gibi küçük maddeleri tutarak, akciğere girmelerini engeller. Ancak mukus tarafından tutulan yabancı maddelerin, zamanla solunum yollarında birikmemesi için dışarıya atılmaları gerekir. Bunun için de vücudumuzdaki bir başka güvenlik mekanizması devreye girer.

Bu mekanizmada solunum yollarının yüzeyini kaplayan silya adındaki sivri uçlu kamçılar görev alır. Solunum yollarının yüzeyindeki hücrelerin her birinin üstünde 200 silya bulunur. Bunlar saniyede 10–20 vuruş yaparak yutağa doğru sürekli bir çarpma hareketinin oluşmasını sağlar. Bu bölgedeki silyaların hareket yönleri hep yutağa doğrudur. Bu şekilde içinde yabancı madde barındıran mukusun dakikada 1 cm. hızla yutağa doğru ilerlemesini sağlar. Burundaki silyalar ise bulundukları bölgede mukusun bu kez aşağı doğru hareket ettirilmesi gerektiğini bilir ve tam aksi yöne kamçı hareketi yapar. Böylece burundaki mukusta yer alan maddelerin yutağa gelmesini sağlar. Solunum sistemi bu düzen sayesinde zararlı maddelerden arındırılmış olur.
Görüldüğü gibi silya isimli tüycüklerin, görmek için gözleri, düşünebilmek için beyinleri olmamasına rağmen kendilerine kıyasla kilometrelerce uzaktaki yutağın yerini tespit edebilmektedirler. Bunun yanı sıra yabancı maddelerin akciğere gönderilmesinin bedene zarar vereceğini bilmekte ve bulundukları bölgede bunu engelleyecek şekilde, birbirleriyle tam bir uyum içinde, hep gereken yönde hareket etmektedirler.
Bilim adamlarının çeşitli deneylerle, farklı araçlar kullanarak, uzun yıllardır süren araştırmalarına rağmen çalışma mekanizmasını tam olarak keşfedemedikleri, metrenin 2 milyonda biri boyundaki bu tüycükler, yeryüzünde ilk insan varolduğundan beri kusursuz bir mekanizmayla çalışmaktadır. Üstelik bu görevlerini şimdiye kadar yaşamış olan insanlarda da eksiksiz olarak sürdürmüşler ve bundan sonra da yaşayacak olan insanlarda da yine sürdüreceklerdir.
KALBİMİZ İHTİYAÇ ORANINDA KAN POMPALAR
Kalbin mucizevi özelliklerinden biri, vücudun gereksinim duyduğu oranda kan pompalayabilmesi, vücudun ihtiyacını tespit edebilmesidir. Kalp, dinlenme halindeki bir kişide dakikada yalnızca 4-6 litre kan pompalar. Bu miktar o anda bu kişi için yeterlidir, çünkü vücuttaki hücrelerin bu aşamada fazla miktarda oksijene ihtiyaçları yoktur. Ancak egzersiz yapan bir kişide oksijen ihtiyacı artar, hücrelere oksijenin daha hızlı biçimde iletilmesi gerekir. Kalp hemen bu ihtiyacı tespit eder ve daha hızlı atmaya başlar. Egzersiz sırasında kalbin dakikada pompaladığı kan miktarı dört ila yedi kat kadar artmıştır.

Bir su tesisatı kurduğunuzu düşünün. Bu tesisatın saniyede en az 1, dakikada ise ortalama 65-70 kere su pompalaması ve suyu yaklaşık 100 trilyon eve ulaştırması gereksin. Üstelik aynı tazyikle… Kuşkusuz böyle bir tesisat pek çok yönden oluşturulması imkansız bir sistemdir. Oysa bedende bu örnekle kıyaslanmayacak kusursuzlukta bir ağ sistemi mevcuttur. Vücuttaki her hücreye ulaşabilen damar ağı, beden içinde mükemmel ve bilinçli bir dağıtım sisteminin olduğunun bir başka kanıtıdır.
Şimdi kalbin bahsettiğimiz bu belli başlı özelliklerinin mükemmelliğini görmek için bir karşılaştırma yapalım. Bir su tesisatı kurduğunuzu düşünün, bu tesisat saniyede en az bir, dakikada ise ortalama 65-70 kere su pompalayacak olsun. Bu pompa ile her saniye “yüz trilyon” kişinin evine, aynı tazyikle su gitmesi gereksin. Aynı zamanda tesisatın, hangi evin ne kadar suya ihtiyacı olduğunu da tespit etmesi, ihtiyaç duyulan eve daha fazla miktarda su göndermesi gereksin. Kurulan bu sistemin, en az 70 sene boyunca, en küçük bir arıza göstermemesi, paslanıp çürümemesi, evlere ulaşan hatların tek bir tanesinin bile devreden çıkmaması ise önemli ayrıntılardan birkaçı olsun.
Böyle bir sistem nasıl meydana getirilebilir? Bu, pek çok yönden imkansızdır. Aynı tazyik ile aynı anda yüz trilyon evin ihtiyacını karşılamanız zordur. Bu kadar büyük bir hızla ve değişmeyen bir ritimle hareket eden bir makinenin ise, 10-15 seneden fazla dayanması söz konusu olamaz. Bu aşamaya gelene kadar bile, makinenin mutlaka defalarca bakımdan geçirilmesi ve meydana gelen aksaklıkların giderilmesi gerekmektedir. Böyle bir mekanizmanın hatasız olarak uzun yıllar işlemesi imkansızdır. Ayrıca bahsettiğimiz sıradan bir cihazdır. Bu cihazın, evlerdeki ihtiyaçları tespit edip, durum değerlendirmesi yapıp ihtiyaç olan yerlere fazla miktarda su gönderdiğini iddia etmek mantıkla uyuşmayacaktır.
Bütün bunların yanı sıra, kurduğunuz bu tesisatın bir insan aklının denetiminde olduğunu da hatırlatmak gerekir. Her aşaması sizin veya sizin gibi akıllı varlıkların kontrolündedir. Tesisatı siz kurmuş, boruları siz döşemiş, bakımını siz yapmışsınızdır. Böyle bir mekanizmanın geçen binlerce yıl içinde, demir ve çimentonun biraraya gelerek kendi kendine oluştuğunu, tesadüfen oluşmuş bir miktar suyu aniden ritmik bir şekilde pompalamaya başladığını daha sonra da tam yüz trilyon eve ulaşacak bir boru sisteminin kendi kendine döşendiğini elbette iddia edemezsiniz. Buna çevrenizdeki tek bir kişi bile inanmayacaktır. Sistemin akıllı bir varlık tarafından meydana getirildiği açıktır.
Ancak evrimciler, bu yapay sistemle kıyas bile olmayacak mükemmellikteki kalp-dolaşım sisteminin kör tesadüfler sayesinde meydana geldiğini iddia edebilmektedirler. Henüz anne karnında atmaya başlayan bu muazzam pompanın kontrolsüz ve rastgele olaylar sonucunda hareketlenip insanı yaşattığını öne sürerler. Bu benzersiz eserin sahibi olan Yüce Kudret’in açık varlığını görmezden gelirler. Ama bu mucizevi organ, her özelliğinde, Allah’ın üstün aklını ve gücünü insanlara tanıtmaktadır. Ayetlerde şöyle buyrulur:
İnsan, ‘kendi başına ve sorumsuz’ bırakılacağını mı sanıyor. Kendisi, akıtılan meniden bir damla su değil miydi? Sonra bir alak (embriyo) oldu, derken (Allah, onu) yarattı ve bir ‘düzen içinde biçim verdi.’ Böylece ondan, erkek ve dişi olmak üzere çift kıldı. (Öyleyse Allah,) Ölüleri diriltmeye güç yetiren değil midir? (Kıyamet Suresi, 36-40)
YAŞAMIMIZI BORÇLU OLDUĞUMUZ TÜYCÜKLER
Silya isimli tüycükler, insanın ilk oluşumunda da üstlendikleri  bir hayati görevle karşımıza çıkmaktadırlar. Sperm ve yumurtanın birleşip hücreyi oluşturmalarından önce olgunlaşmış yumurtanın anne rahmine gitmesi gerekmektedir. Bunun için öncelikle olgunlaşmış yumurtanın, yumurtalıktan dışarı bırakılmasına az bir zaman kala fallop tüpü, bu yumurtayı yakalayabilmek için harekete geçer. Hassas dokunuşlarla yumurtalığın üzerinde yumurta hücresini bulmaya çalışır. Çünkü olgunlaşmış yumurtanın döllenebilmesi için mutlaka fallop tüpünün içine girmesi gerekir. Sonunda fallop tüpü olgunlaşan yumurtayı bulur ve içine çeker. Artık yumurta hücresinin yolculuğu başlamıştır.
Yumurta döllenebilmek ve anne rahmine ulaşabilmek için fallop tüpü boyunca uzun bir yol katetmek zorundadır. Nitekim fallop tüpünün içinde bulunan milyarlarca hücre yumurtayı rahme ulaştırmakla görevlendirilmiştir. Bu hücreler yüzeylerinde bulunan silya isimli tüycükleri aynı yöne doğru hareket ettirirler. Böylece adeta elden ele çok kıymetli bir yükü taşır gibi, yumurta hücresini gitmesi gereken yöne doğru iletirler. Sonunda yumurta, kendisini arayan spermlerle karşılaşır. Spermlerden yalnızca bir tanesi yumurtaya girmeyi başaracaktır. Döllenmiş yumurta da fallop tüpündeki tüycüklerin (silya) yardımıyla anne rahmine doğru ilerler. Her hücre üzerine düşen görevi eksiksiz yerine getirir. Çünkü Allah’ın yaratışı kusursuzdur.
Allah’ın  kusursuz yaratmasını haber veren ayetlerden birinde şöyle buyrulmaktadır:
“… Rahman (olan Allah)ın yaratmasında hiçbir ‘çelişki ve uygunsuzluk ‘ (tefavüt) göremezsin. İşte gözü(nü) çevirip-gezdir; herhangi bir çatlaklık (bozukluk ve çarpıklık) görüyor musun? Sonra gözünü iki kere daha çevirip gezdir; o göz (uyumsuzluk bulmaktan) umudunu kesmiş bir halde bitkin olarak sana dönecektir.” (Mülk Suresi, 3–4)
KOKU HAFIZASI
Koku alma duyusu ile hafıza birbirlerine sıkı sıkıya bağlıdır. Çevremizdeki kokuları yabancılık çekmeden tanımamızın nedeni bir koku hafızasına sahip olmamızdır. Her türlü koku, özel bir kodlamayla koku belleğinde arşivlenir. Bir kokuyla karşılaştığımız anda, bu arşive başvurularak koku tahlil edilir. İlk defa duyumsadığımız, hafızamızda bilgileri bulunmayan bir koku da diğer kokulara benzetilerek yorumlanır. Böyle bir belleğimiz olmasaydı, bir kokuyu tanımlamak imkansız hale gelecekti.
Koku ile hafızanın ilişkisi bu kadarla da sınırlı kalmaz. Çünkü kokular, kendileriyle bağlantılı olarak geçmişte yaşanan bazı olayları da aklımıza getirirler. Yolda yürürken rastladığımız tanıdık bir parfüm kokusu, bize o parfümü kullanan arkadaşımızı hatırlatır. Bir yemek kokusu, seneler öncesine ait eski bir olayı zihnimizde canlandırabilir. Aynı koku bir insanda güzel hisler uyandırırken bir başkasında hoşa gitmeyen duygular oluşturabilir.
Peki, kokuların yıllar boyunca ve algılandığı sırada hissedilen duygularla birlikte saklandığı yer neresidir? Binlerce farklı kokuya ilişkin bilginin depolandığı ve oldukça büyük bir kapasiteye sahip olduğu anlaşılan koku bilgi bankası nerededir? Bu soruların yanıtları henüz kesin olarak verilememiştir. Bununla birlikte, kokulara ilişkin bilgilerin beyindeki hipokampus ve amigdala bölgelerinde toplandığı düşünülmektedir.
Bu konuda yapılan araştırmaların ortaya koyduğu sonuçlar açıktır: Koku belleğiniz, (ciddi bir hastalık veya kaza geçirmediğiniz takdirde) yaşadığınız sürece size koku bilgi bankası gibi hizmet verir. Üstelik durağan değil, dinamik bir yapıya sahiptir, edinilen yeni tecrübelere göre sürekli olarak kendini yeniler. Hayatınızda ilk defa kokladığınız bir kimyasal madde ile ilgili veriler hafızanıza kaydedilir ve böylece daha sonraki karşılaşmanızda söz konusu kokuyu rahatlıkla tanımlarsınız. Dikkat edin, koku belleğini oluşturanlar proteinlerden oluşan hücrelerdir; bu hücreler geniş bir arşiv kurmakta ve yeni kokulara göre sözü edilen arşivi geliştirmektedirler. Küçük bir kıyas yapalım. İnsanlığın en önemli buluşlarından biri olarak kabul edilen bilgisayarınız dahi kendiliğinden güncelleşmez; siz yeni programlar yüklemediğiniz sürece eskileri olduğu gibi kalırlar. Koku bellek hücrelerinin arşivcilik özelliği de kendi kendine ortaya çıkmamıştır. Onları yaratan Allah’tır, onlardaki üstün tasarım da Allah’ın rahmet ve ilim bakımından herşeyi kuşatıp-sarmasının (Mümin Suresi, 7) sayısız delillerinden birisidir.

 Kokulara ilişkin bilgilerin beyindeki hipokampus ve amigdala bölgelerinde toplandığı düşünülmektedir.
Koku belleğini görsel ve işitsel hafızadan ayıran önemli bir nokta vardır. Kokuya ilişkin bilgilerin diğerlerine göre daha uzun süreler boyunca kalıcı olduğu anlaşılmıştır. Bir kokuyu algılamanızla birlikte birçok anınızın da canlanması işte bu nedenledir. Bu koku bir çiçekten, bir baharattan hatta bir insandan kaynaklanıyor olabilir. Yapılan araştırmalar göstermiştir ki, her insanın kokusu, parmak izi gibi, tamamıyla kendine özgüdür. (Sadece tek yumurta ikizleri bu duruma bir istisna teşkil eder.) Özel eğitimli köpekler suçluyu ararken, onun ten kokusunun izini sürerler; kişiye özel koku nedeniyle de suçluyu diğerlerinden ayırt edebilirler. Nitekim Kuran’da haber verilen, Hz. Yusuf’un kokusunun babası tarafından yıllar sonra bile fark edilip tanınması da bu duruma işaret ediyor olabilir. Hz. Yusuf’un çocukluğundaki kokusunu bilen babası aradan seneler geçmesine rağmen aynı kokuyu hatırlamaktadır. Bunu haber veren ayette şöyle buyrulmaktadır:
Kafile (Mısır’dan) ayrılmaya başladığı zaman, babaları dedi ki: “Eğer beni bunamış saymıyorsanız, inanın Yusuf’un kokusunu (burnumda tüter) buluyorum.” (Yusuf Suresi, 94)
BEZELYE BÜYÜKLÜĞÜNDEKİ YÖNETİCİ
Vücudumuzda  yaklaşık 100 trilyon hücre vardır. Peki bu kadar çok sayıda hücrenin uyumunu sağlayan nedir? İşte bu uyumu sağlayan vücudumuzdaki hormonal sistemdir.

Bezelye tanesi büyüklüğündeki hipofiz bezi, hormonların yöneticisi ve düzenleyicisidir. Beynin “hipotalamus” isimli bölgesinin kontrolü altında çalışır. Küçük bir et parçası görünümünde olan hipofiz bezi, hipotalamustan gelen bilgiler sayesinde bizim hangi şartlarda neye ihtiyacımız olduğunu, bu ihtiyacı gidermek için hangi organımızdaki hangi hücrelerin çalışması gerektiğini, bu hücrelerin kimyasal mekanizmalarını, fiziksel yapılarını, üretilmesi gereken ürünleri ve üretimin durdurulması gerektiği zamanı bilir. Ayrıca çok özel bir haberleşme sistemi sayesinde bu ihtiyaçların karşılanması için gerekli yerlere bütün emirleri verir.
DNA’DAKİ ÖZEL PROTEİN; HİSTON
İnsan vücudunda DNA bilgi saklamak için, RNA da kopyalama, taşıma ve üretim aşamaları için en ideal yapıdadır.

İnsanın kemik hücresi olsun, karaciğer hücresi olsun, böbrek hücresi olsun, vücudunun her bölgesindeki hücrelerin içindeki DNA’larda, insanın bütün organlarını oluşturacak bilgiler saklıdır. Fakat saklanan bu bilgilerden, yalnızca ilgili organ için üretilecek proteinlerin meydana getirilmesi sağlanır. Diğer bir ifadeyle, her hücrede, insan vücudunun her organına ait protein bilgileri saklanır; fakat bu proteinlerin hepsi üretilmez. Yalnız meydana getirilecek organla ilgili proteinler üretilir.
Bunun sağlanması için de, DNA’nın üzeri, o organ için gerekli olmayan proteinlerin üretilmesini engelleyecek şekilde “histon” adı verilen özel bir proteinle örtülür. . Bugün bilim adamlarını merakta bırakan en büyük sırlardan birisi ise, hücrelerdeki “histon”ların, hangi genlerin üzerini örtüp hangilerinin üzerini açık bırakacağını nereden bildikleridir. 
TERLEYEREK SOĞUMAK
Suyun gizli ısısının ve termal kapasitesinin tüm diğer sıvılardan yüksek olması, bizim için çok önemlidir. Bu özellik, çoğu insanın neye yaradığını bilmediği çok önemli bir vücut işlevimizin temel anahtarıdır. Bu işlev, terlemedir.
Gerçekten de, terleme neye yarar?
Bunu incelemek için konuyu biraz daha baştan almak gerekir. Bütün memeli canlılar, aşağı yukarı aynı vücut sıcaklığına sahiptirler. 35-40°C arasında değişen bu sıcaklık, insanlarda da normal şartlarda 37°C civarındadır. Bu çok hassas bir ısıdır ve mutlaka sabit tutulması gerekir. Vücut sıcaklığı birkaç derece düştüğünde donma tehlikesi ile karşı karşıya geliriz. Birkaç derece yükseldiğinde ise ciddi biçimde güçten düşeriz. Vücut ısısının 40°C’nin üzerine çıkması ise, ölüm tehlikesi anlamına gelir.
Kısacası vücudumuzun ısısı ancak birkaç derece oynayabilecek kadar hassas bir dengeye sahiptir.
Ama vücudumuzun bu noktada önemli bir sorunu vardır: Sürekli olarak hareket etmektedir. Bütün fiziksel hareketler, makinaların çalışmaları da dahil, enerji üretimi gerektirirler. Enerji üretimi de her zaman için ısı açığa çıkarır. Bu ısıyı kolaylıkla hissedebilirsiniz de. Bilgisayarınızın başından kalkıp, kızgın Güneş’in altında 10 kilometre koşup geri gelirseniz, vücudunuzun ısındığını çok açık olarak hissedersiniz.
Ama aslında yine de fazla ısınmazsınız.
Isının birimi kaloridir. Normal bir insan 10 kilometrelik yolu bir saat içinde koştuğu zaman, yaklaşık 1000 kalorilik bir ısı açığa çıkarır. Eğer koşu sırasında bu ısı vücuttan atılmasa, koşan kişinin vücut ısısı o kadar artacaktır ki, koşucu daha birinci kilometrenin içinde komaya girecektir.
İşte bu büyük tehlike, suyun sahip olduğu iki özellik sayesinde engellenir.
Bu özelliklerin birincisi, suyun yüksek termal kapasitesidir. Yani suyun ısısını artırmak için çok yüksek kalori gerekir. Bu sayede, % 70′i sudan oluşan vücudumuz çok hızlı bir şekilde ısınmaz. Örneğin bizim vücut ısımızı 10°C arttıracak olan bir hareket, eğer vücudumuz temel olarak alkolden oluşsa, ısımızı 20°C arttıracaktır. Diğer maddeler daha da vahimdir: Tuz 50°C, demir 100°C, kurşun ise 300°C’lik artışlar yaşatacaktır. Ama suyun yüksek termal kapasitesi, bizi bu gibi korkunç ısı değişimlerinden korur.
Ancak başta da belirttiğimiz gibi 10°C’lik bir artış bile bizim için ölümcüldür. Bunu gidermek içinse, suyun diğer bir özelliği, yani gizli ısısının yüksekliği devreye girer.
Vücut, açığa çıkan ısı karşısında kendisini serinletmek için terleme mekanizmasını kullanır. Terleme sırasında deriye yayılan su, hızla buharlaşır. Bu buharlaşma sırasında ise, gizli ısısı çok yüksek olduğu için, yüksek ısıya ihtiyaç duyar. Bu ısıyı vücudumuzdan çekip alır ve böylece bizi soğutmuş olur. Bu soğutma o kadar etkilidir ki, bazen üşütmeye bile neden olabilir.
Suyun termal özellikleri, vücutta oluşan fazla ısıdan terleme yoluyla kurtulmamızı sağlar.
Bu sayede, üstte ele aldığımız 10 kilometre koşucusu, sadece bir litre terinin buharlaşması sayesinde, vücut ısısını 6°C düşürür. Ne kadar fazla enerji harcarsa vücut ısısı o kadar artacak, buna karşılık o kadar fazla terleyip-soğuyacaktır. Vücudun bu mükemmel termostat sistemini mümkün kılan etkenlerin başında ise, suyun termal özellikleri gelmektedir. Başka hiçbir sıvı su gibi iyi terletemez. Eğer su yerine başka bir sıvı, örneğin alkol kullanılsa, sıcaklık 6°C değil, sadece 2.2°C düşecektir. Amonyak ise 3.6°C’lik bir düşüş sağlayabilir.
Olayın çok önemli bir başka yönü daha vardır. Eğer vücudun içinde oluşan ısı, yüzeye, yani deriye aktarılamazsa, suyun sözünü ettiğimiz bu iki özelliği ve buna dayalı terleme sistemi yine de bir işe yaramayacaktır. Bu nedenle, vücudun yapısının, ısıyı çok hızlı iletebilir olması gerekir. İşte bu noktada suyun bir diğer özelliği devreye girer: Su, diğer bilinen tüm sıvıların aksine, çok yüksek bir termal iletkenliğe, yani ısıyı iletebilme yeteneğine sahiptir. Bu sayede vücut, içinde oluşan yüksek ısıyı hızla deriye taşır. (Hatta bunun için deriye yakın olan kan damarları genişler ve biz de bu yüzden ısındığımız zaman kızarırız.) Eğer suyun termal iletkenliği birkaç kat kadar daha az olsa, vücutta oluşan ısının yüzeye taşınması çok yavaşlayacak, bu da yine memeliler gibi kompleks canlıların yaşamını imkansız hale getirecektir.
Tüm bunlar, suyun birbirinden farklı üç termal özelliğinin ortak bir amaca, yani insan gibi kompleks canlıların serinletilmesine hizmet ettiğini göstermektedir. Su, bu iş için seçilmiş özel bir sıvıdır.
VÜCUDUMUZDAKİ KOORDİNASYON

Koordine edilmiş bir hareketi yapabilmek için herşeyden önce o hareketle ilgili vücut organlarının konumlarının ve birbirleriyle ilişkilerinin bilinmesi gereklidir. Bu bilgi beyne; gözlerden, iç kulaktaki denge mekanizmasından, kaslardan, eklemlerden ve deriden gelir. Her saniye milyarlarca bilgi işlenir, değerlendirilir ve bunlara göre yeni kararlar verilir. İnsanın ise kendi vücudunda gerçekleşen bu başdöndürücü hızdaki işlemlerden haberi bile yoktur. O yalnızca hareket eder, güler, konuşur, koşar, yemek yer, düşünür. Bu işlemlerin yapılması için hiçbir çabası olmaz. Örneğin basit bir gülümseme için bile on yedi kasın aynı anda çalışması gereklidir. Bu kaslardan birinin çalışmaması veya yanlış çalışması yüz ifadesini tamamen değiştirir. Yürüyebilmek için ise ayaklarda, bacaklarda, kalçada, kasıklarda ve sırtta elli dört ayrı kas uyum içinde çalışmalıdır.
Kaslar ve eklemlerin içinde, vücudun o anki konumuna ait bilgileri veren milyarlarca küçük, mikroskobik algılayıcı vardır. Bu algılayıcılardan gelen mesajlar, merkezi sinir sistemine ulaşır ve burada yapılan değerlendirmeye göre, kaslara yeni emirler gönderilir.
ELEKTRİĞİN VÜCUDUMUZ AÇISINDAN ÖNEMİ

Vücudumuz elektrik enerjisi olmadan çalışamaz; elektrik her birimizin yaşamını sürdürebilmesi, konuşabilmesi, hareket edip istediklerini yapabilmesi için hayati önem taşır. Aksi takdirde kişi ya felç olur ya da ölür. Çünkü elektrik olmadığında bütün yaşamsal faaliyetler durur. İnsan elektrikle iletişimini sağlayan, elektrikle hareket edebilen ve elektrikle beş duyusunu kullanabilen bir varlıktır. Kişi bunun hiç farkında olmasa da, dünyaya geldiği andan itibaren tümüyle elektrik enerjisine bağlı mekanizmalarla görmeye başlar, bunlarla çevresini tanır ve gelişir.
Ölmek üzere olan kalbi durmuş bir hastaya ilk olarak elektrik şoku uygulanmasının sebebi de budur. Böyle bir durumdaki hastaya iyileşmesi için ilaç, vitamin veya herhangi bir besin maddesi verilmez. Vücuda fayda sağlayacak çok sayıda madde varken kalbin çalışması için öncelikle elektriğe ihtiyaç duyulur. Çünkü vücudun elektrik sistemi herhangi bir nedenle bozulduğunda veya canlandırılması gerektiğinde, hiçbir şey elektriğin yerini tutmaz.
DÜNYANIN EN KOMPLEKS ŞEBEKESİ; BEYİN
İnsan beyni birçok işi aynı anda yürütebilecek bir sisteme sahiptir. Örneğin bir kişi, beynindeki kusursuz yapı sayesinde bir yandan arabasını kullanırken, bir yandan teybinin ayarlarını yapabilir, o sırada direksiyonu da rahatlıkla idare edebilir. Birçok işi aynı anda yapmasına rağmen önündeki arabalara ya da yayalara çarpmaz. Aynı anda ayaklarıyla gaz pedalını idare edebilir. Radyo dinlerken söylenenleri de tam olarak anlayabilir. Konuşmasına kaldığı yerden devam edebilir. Kısacası bir insan, beynindeki olağanüstü kapasite sayesinde aynı anda pek çok işi yapabilir. Bu uyumu sağlayan ise beyindeki sinir hücrelerinin birbirleri ile olan bağlantılarıdır.

Beyindeki kusursuz sistemi oluşturan en önemli unsurlardan biri, sayıları 100 milyar civarında olan sinir hücreleridir ve bu hücreler arasındaki iletişimi sağlayan 100 trilyon bağlantıdır. 100 trilyon çok büyük bir sayıdır. Bu sayının büyüklüğünü biyokimya profesörü Michael Denton şöyle ifade eder:
“100 trilyon elbette algılarımızın üzerinde bir sayıdır. Amerika’nın yarı büyüklüğünde bir arazi düşünün. Eğer bu bölgenin tamamının ağaçlarla kaplı olduğunu ve her ağacın 10 bin tane yaprağı olduğunu kabul edersek, işte tüm bu bölgedeki yaprak sayısı, beynimizdeki bağlantıların sayısına yakın olacaktır.”
GÖZ VE BEYNİN MUHTEŞEM UYUMU
“Saniyenin binde biri” gibi oldukça kısa bir zaman dilimi…
İnsan sahip olduğu şuur ve zekaya rağmen bu kısa zamada kendi bilgisi dahilinde hiçbir işlemi yerine getiremez.
Ancak göz ve beyin kusursuz bir uyumla “saniyenin binde biri”nde olağanüstü işlemler gerçekleştirir.
Örneğin lens tarafından retinada odaklanan görüntü elektrik sinyallerine dönüştürülür ve “saniyenin binde biri”nde, optik sinirler aracılığıyla beyne ulaştırılır. Bu sayede lezzetli bir yiyeceğe bakarken ve ardından onu alıp iştahla yerken, görme, algılama ve eyleme dönüştürme hareketi çok seri bir biçimde gerçekleştirilmiş olur.
Bir video klip seyrederken, yaklaşık 2-3 saniyede bir, bir dizi hızlı ve birbiriyle bağlantısı olmayan görsel sahnenin değişimini takip ederiz. Bu hızda bir değişim, eski moda bir televizyon için hızlı olabilir. Ancak bu değişim hızı, görüntüleme sistemlerinin en mükemmeli olan gözün hareketleri ile oluşan değişim hızına göre yedi kat daha yavaş kalır. Çünkü gözlerimiz, kalp atışlarımıza oranla dahi daha sık hareket ederler. Ayrıca tıpkı kalp atışlarımızı kontrol edemediğimiz gibi, farkında olmadan gözlerimizin hareketlerini de kontrol edemeyiz. Kuşkusuz bu durum beynin sürekli bu bilgileri dengelemek zorunda olması anlamına gelir ve bu, ancak bir dizi mucizevi olayın birbirini izlemesi ile gerçekleşebilir.
Beyin Sürekli Değişen Görüntüleri Nasıl Organize Eder?
Son derece gelişmiş bir bilgisayar gibi çalışan beyin aslında tıpkı diğer organlar gibi milyonlarca küçük hücreden oluşmuştur. İnsan beyninin yüzeyinde her milimetrekarede 100.000 dolayında sinir hücresi vardır. Bu, beyinde toplam olarak yaklaşık 10.000.000.000 (10 milyar) sinir hücresi bulunduğu anlamına gelir. Yani beyin 10 milyar küçük canlının oluşturduğu bir organdır. Bu canlılardan bir kısmı gözden gelen mesajları yorumlayarak, birbirleri ile koordinasyon halinde görme olayını gerçekleştirirler. Bu sayede son derece yüksek bir hızla değişen görüntüler, kişinin kavrayabileceği bir şekilde organize edilmiş olur.
Göz ve Beyin Arasındaki Teknik İşlemler Otomatik Olarak Gerçekleşmeseydi?…
Kuşkusuz görme işlemi gerçekleşirken insan hiçbir zaman görüntünün netliği ve sabitliği için gereken hesapların, kendi beyninde otomatik olarak yapıldığını fark etmez. Eğer böyle hızlı çalışan bir hesap sistemi olmasaydı, dış dünyadaki objelere ait kavramlar devamlı olarak karışacağından hayat son derece güçleşirdi. Hiçbir aracı kullanamaz, yolda bile yürüyemezdik. Dış dünya, perspektifi olmayan karmaşık şekiller yığını haline gelirdi.
Şuursuz hücrelerin birbirleri ile bu bilgi alışverişini yapabilecek bağlantılara sahip olması ve işlem yapabilmesi hücrelerin bu özellikleri ile birlikte Yüce Allah tarafından yaratıldıklarının açık birer delilidir. Bir ayette şöyle buyrulmaktadır:
“O, sizin için kulakları, gözleri ve gönülleri inşa edendir; ne az şükrediyorsunuz.” (Mü’minun Suresi, 78)
KULAĞIMIZDAKİ MUCİZEVİ DETAY
Kulakla ilgili çok az bilinen oysa çok önemli olan bir ayrıntı vardır. Kulağımız dış ortamdan gelen zararlı seslere karşı hassas biçimde korunmuştur. Kulakta bulunan iki küçük kas, refleks kasılmalarla iç kulağımızın hassas yapısını korurlar. 


Dış dünyadan gelen şiddetli bir sesle karşılaştığımızda, sinyal işitme siniri ile beynimize girer girmez, saniyenin onda ikisi gibi bir hızla refleks mekanizma harekete geçer, bu iki kas uyarılır. Kasların kasılmasıyla çekiç ve üzengi kemikleri, ses sinyalini ilettikleri yönün ters tarafına doğru çekilirler, adeta frenlenirler! Böylece iç kulağa giden ses şiddeti azaltılmış olur.
Günlük hayatımızdan bir örneği düşünerek bu refleksi daha iyi anlayabiliriz. Hepimiz hoparlörlerin yayın yaptığı çok gürültülü yerlerde bulunmuşuzdur. Böyle bir ortama ilk girdiğimiz an şiddetli ses bizi rahatsız eder. Çok kısa bir zaman sonra ise sese alışırız. İşte bunu sağlayan, bu ufak kasların kasılmasıdır. Ayrıca bu iki kasın hareketi son derece şuurlu bir işlemdir. Kaslar her ses şiddetinde kasılsalardı dış dünyadan gelen normal seslerin de şiddetini azaltmış olacaklardı. Oysa sadece iç kulağa zarar verebilecek yüksek seviyeli sesler karşısında kasılırlar.
HORMON MUCİZESİ
Siz hiç farkında olmadığınız halde, vücudunuzda her an binlerce emir gider gelir ve yaşamınızı en uygun ve en kolay hale getirir.

Örneğin, heyecanlandığınızda veya korktuğunuzda, sinir hücreleriniz derhal sinyal sistemini uyarır ve büyük bir hızla ve yolunu şaşmadan hedefe ulaşarak böbrek üstü bezlerinizi hareketlendirir. Mesajı alan böbrek üstü bezleri adrenalin hormonu salgılar. Adrenalin hormonu ise kana karışarak, neredeyse bütün vücudu alarma geçirir. Sindirim organlarının hareketlerini engeller ve sindirme sürecini durdurur. Böylece sindirime katılmayan önemli miktarda kan, kasları beslemek üzere boşta kalmış olur. Aynı zamanda kalbin ritmi hızlanır, kan basıncı artar. Akciğerlerin bronşları genişleyip, oksijen girişini ve kanın oksijenle beslenmesini hızlandırır. Kandaki şeker miktarı artar. Bu da kaslara fazladan enerji sağlar. Nihayet gözbebekleri genişler ve gözlerin ışık uyarımlarına karşı duyarlılığı artar. Bütün bu etkiler biraraya geldiğinde ise, bir insan ister kaçma, ister savunma, isterse de saldırma durumuna geçmek üzere olsun, her durumda büyük bir performans göstermeye hazır duruma gelir.
PAMUK İPLİĞİNE BAĞLI HAYATIMIZ

Tek bir enzimin eksikliği ile insan nesli yok olabilir. Bunu görmek için sadece bir örnek dahi yeterlidir…Sinir hücreleri vücudumuzu bir ağ gibi sarar. Bu sinir ağı üzerinde sürekli bir bilgi akışı gerçekleşir. Sinirler boyunca ilerleyen elektrik sinyalleri, beyin ve organlar arasında her an sayısız emir ve uyarı taşırlar. Ancak sinir hücreleri vücudun bir ucundan diğer ucuna uzanan tek parça kablolar şeklinde değildir. Ucuca eklenmişlerdir, ama aralarında boşluklar vardır. Birbirlerine değmezler bile.
Peki elektrik akımı bir sinirden ötekine nasıl geçmektedir?
İşte bu noktada çok karmaşık bir kimyasal sistem devreye girer. Sinir hücreleri arasında özel bir sıvı vardır ve bu sıvıda çok özelleşmiş bazı kimyasal enzimler yer alır. Bu enzimlerin “elektron taşıma” gibi olağanüstü bir özellikleri vardır. Elektrik sinyali bir sinirin ucuna ulaştığında, elektronlar bu enzimlere yüklenir. Enzimler de sinirler arası sıvıda yüzerek taşıdıkları elektronları diğer sinire aktarırlar. Elektrik akımı böylece bir sonraki sinir hücresine geçerek akmaya devam eder. Bu işlem saniyenin çok küçük birimlerinde gerçekleşir ve elektrik akımı en ufak bir kesintiye uğramaz. Görüldüğü gibi insan vücudu her parçasıyla tamam olsa, tek bir enzimin eksikliği bile insan diye bir canlının var olmaması için veya o canlının fonksiyonlarını yerine getirememesi için yeterlidir. Aynı durum diğer binlerce enzimden herhangi birinin eksikliği için de geçerlidir. Sonuçta bir canlının, evrimin iddia ettiği gibi milyonlarca sene kör tesadüflerle tamamlanmayı bekleyebilecek bir lüksü yoktur.
HİÇ SUSAMASAYDIK?
Vücudumuzdaki suyun miktarında gün içinde gerçekleşen en ufak değişimleri dahi algılayan sistemler vardır. Bunların başında, beynimizin bir bezelye tanesi büyüklüğünde olan hipotalamus denen bölümü gelir. Hipotalamusun hassas olduğu konulardan biri, kandaki su oranıdır. Kandaki su oranı azaldığında, kan basıncında çok küçük de olsa bir düşme gerçekleşir. Bunun üzerine kalpten kanın çıktığı ilk nokta olan aortta bulunan ve kan basıncındaki değişiklikleri algılamakla görevli olan basınç ölçerler (baroreseptörler) devreye girer. Kan basıncındaki değişiklikle uyarılan bu hassas algılayıcılar durumu hemen beynimizdeki hipotalamus bölgesine bildirirler. Hipotalamus ise buna önlem olarak hemen altında yer alan 1 cm büyüklüğündeki hipofiz adlı bezde, “ADH” (“Vazopressin” ) isimli bir hormonun üretilerek salgılanması emrini verir.

Bu hormon kan dolaşımı yolu ile uzun bir yolculuğa çıkar ve böbreklere ulaşır. Böbreklerde aynen bir kilidin bir anahtara uygunluğu gibi tam bu hormona uygun olan özel alıcılar vardır. Hormonlar bu alıcılara ulaştıkları anda böbreklere su tasarrufu düzenine geçilmesi mesajını iletir. Bu mesajı anlayan böbrek hücreleri derhal vücuttan su atılımını çok az bir düzeye indirirler.
Öte yandan yine aynı “vazopressin” hormonu beynimizde susama hissinin oluşmasına da neden olur. Biz ise, içimizdeki bu mükemmel sistemin işleyişinden hiç haberimiz olmadan, sadece bir bardak su içerek vücudumuzun su dengesini sağlamış oluruz.
Eğer hipofiz hormonu ve bu hormonun getirdiği “su tüketimini azaltın” emrini anlayıp uygulayan böbrek hücreleri olmasaydı, susuzluktan ölmemek için günde 15-20 litre su içmek zorunda kalırdık. Bu suyu sürekli olarak da dışarı atmamız gerekeceğinden, uyumamız veya bir yerde uzun süre oturmamız mümkün olmazdı. Ve bu işlemler gün içinde defalarca,biz hiç fark etmeden gerçekleşir.
NEDEN BİR ANDA YANMIYORUZ?
Üstte incelediğimiz gibi, canlılara enerji sağlayan en temel reaksiyon, karbon ve hidrojen bileşiklerinin oksitlenmesi, yani yanmasıdır. Ancak bu noktada ilginç bir soru sorulabilir: Bizim vücudumuz da temelde karbon ve hidrojen bileşiklerinden oluşmaktadır. Peki neden vücudumuz da okside olmaz? Ya da daha açık bir ifadeyle, neden vücudumuz bir anda kibrit çöpü gibi tutuşup yanmaz?
Vücudumuzun oksijenle temas ettiği halde yanmaması, gerçekten şaşırılacak bir durumdur.
Bu şaşılacak durumun nedeni, oksijenin normal ısılardaki moleküler formu olan O2 molekülünün büyük ölçüde “asal”, yani reaksiyona girmeyen bir yapıya sahip oluşudur. Ama bu durumda bir başka soru ortaya çıkar; madem O2 kolay kolay reaksiyona girmeyen bir moleküldür, o halde bu molekül bizim vücudumuzun içinde nasıl reaksiyona sokulmaktadır?
19. yüzyıldan beri merak edilen bu sorunun cevabı, son yarım yüzyıl içindeki gelişmeler sonucunda anlaşılmıştır. Biyokimyasal gözlemler, insan vücudundaki bazı özel enzimlerin, sadece oksijenin atmosferde bulunan formu olan O2′yi reaksiyona sokmakla görevli olduğunu ortaya çıkarmıştır. Hücrelerimizdeki bu özel enzimler, son derece karmaşık işlemler sonucunda, vücudumuzdaki demir ve bakır atomlarını katalizör (hızlandırıcı) olarak kullanmakta ve böylece oksijeni reaktif hale getirmektedirler.
Yani ortada çok ilginç bir durum vardır: Oksijen yakıcı bir elementtir ve normalde bizim bedenimizi de yakması beklenmelidir. Bunu engellemek için, oksijenin atmosferdeki formu olan O2 ilginç bir biçimde “asal” kılınmıştır, yani kolay kolay reaksiyona girmemektedir. Ama bedenimizin enerji elde etmesi için de, oksijenin yakıcılığına ihtiyacı vardır. Onun için hücrelerimizin içine, bu asal gazı son derece reaktif hale getiren karmaşık bir enzim sistemi yerleştirilmiştir.
Bedenimizin aniden tutuşmasını engellemek için alınmış bir başka tedbir daha vardır.Bu, İngiliz kimyager Nevil Sidgwick’in ifadesiyle “karbonun karakteristik asallığı”dır.  Bir başka deyişle, karbon atomu da normal ısılarda kolay kolay oksijenle reaksiyona girmez. Kimyasal dille ifade edilen bu özelliği, aslında hepimiz günlük hayatta çok yakından yaşamışızdır. Soğuk bir havada odun ya da kömür kullanarak ateş yakmaya çalıştığımızda yaşadığımız zorluk, karbonun söz konusu “karakteristik asallığı”dır. Ateşi yakabilmek için bir hayli uğraşmamız, odunun ya da kömürün ısısını iyice yükseltmemiz gerekir. Ama ateş bir kez alev aldıktan sonra da, karbon hızla reaksiyona girer ve büyük bir enerji açığa çıkar. Bu yüzden bir yangını başlatmak (kibrit vs. gibi özel ateş kaynakları olmadıkça) son derece zordur. Ama yangın bir kez başladıktan sonra da çok büyük bir ısı oluşur ve bu ısı etraftaki diğer karbon bileşiklerini de tutuşturur.
Bu durum incelendiğinde, aslında ateşte de çok ilginç bir tasarım olduğu görülür. Oksijenin ve karbonun kimyasal özellikleri öyle ayarlanmıştır ki, bunlar sadece çok yüksek bir ısıda reaksiyona girip ateş oluştururlar. Eğer böyle olmasaydı, Dünya üzerindeki yaşam imkansız hale gelirdi. Eğer oksijenin ve karbonun reaksiyona girme eğilimleri biraz daha fazla olsaydı, hava sıcaklığı biraz arttığında insanların, ağaçların, hayvanların bir anda tutuşup yanmaları sıradan bir vaka haline gelirdi. Örneğin çölde yürüyen bir insan, sıcaklık gün ortasında en yüksek dereceye çıktığı anda, bir kibrit çöpü gibi bir anda alevlere boğulabilirdi. Bitkiler ve hayvanlar da aynı tehlikeyle yüzyüze kalırdı. Elbette böyle bir Dünya’da yaşamdan söz etmek biraz zor olurdu.
Eğer oksijenin ve karbonun karakteristik asallıkları daha fazla olsaydı, bu sefer de Dünya üzerinde ateş yakmak çok zor, belki de imkansız hale gelirdi. Ateşin olmadığı bir ortamda ise, insanların ısınması ve teknoloji geliştirmesi mümkün olamazdı. Çünkü bilindiği gibi teknoloji metallere dayanır ve metaller de ancak çok yüksek ısılarda yumuşayıp şekillendirilebilirler.
Bu durum, karbon ve oksijenin kimyasal özelliklerinin de yine insan yaşamı için en uygun biçimde olduğunu göstermektedir. Bu iki elementin özellikleri, bizlere ateş yakabilme ve bu ateşi en uygun biçimde kullanma imkanı vermektedir. Dahası, Dünya’nın her bir yanı, çok bol miktarda karbon içeren, dolayısıyla ateş yakmak için kolaylıkla kullanabildiğimiz ağaçlarla doldurulmuştur. Tüm bunlar, ateşin ve malzemelerinin de insan yaşamına en uygun biçimde yaratıldığını göstermektedir. Nitekim Allah, insanlara Kuran’da şöyle seslenir:
Ki O (Allah), size yeşil ağaçtan bir ateş kılandır; siz de ondan yakıyorsunuz. (Yasin Suresi, 80)
OKSİJENİN İDEAL ÇÖZÜNÜRLÜĞÜ
Vücudumuzun oksijeni kullanabilmesi, bu gazın suyun içinde çözünebilirlik özelliğinden kaynaklanır. Nefes aldığımızda ciğerlerimize giren oksijen, hemen çözünerek kana karışır. Kandaki hemoglobin adlı protein çözünmüş olan bu oksijen moleküllerini yakalayarak hücrelere taşır. Hücrelerde ise, az önce belirttiğimiz özel enzim sistemleri sayesinde, bu oksijen kullanılarak ATP adı verilen karbon bileşikleri yakılır ve enerji elde edilir.
Tüm kompleks canlılar bu sistemle enerjiye ulaşırlar. Ama elbette bu sistemin işleyebilmesi, öncelikle oksijenin çözünürlük özelliğine bağlıdır. Eğer oksijen yeterli derecede çözünür olmasa, kana çok az miktarda oksijen girecek ve bu da hücrelerin enerji ihtiyacının karşılanmasına yetmeyecekti. Oksijenin fazla çözünmesi ise, kandaki oksijen oranını aşırı derecede artıracak ve “oksidasyon zehirlenmesi” meydana getirecektir.

İşin ilginç yanı, farklı gazların su içinde çözünebilirlik oranlarının, birbirlerinden bir milyon kat farklı olabilmesidir. Yani en çok çözünen gaz ile en az çözünen gaz arasında, bir milyon katlık bir çözünebilirlik farkı vardır. Hemen hemen hiçbir gazın da çözünebilirlik oranı aynı değildir. Örneğin karbondioksit, oksijene göre su içinde yirmi kat daha fazla çözünür. Bu kadar farklı çözünebilirlik değerleri içinde oksijenin sahip olduğu değer ise tam bizim için uygun olan değerdir.
Oksijenin çözünürlüğü acaba biraz daha az ya da fazla olsa ne olurdu?
Önce birinci ihtimale bakalım. Eğer oksijen suyun (ve dolayısıyla kanın) içinde biraz daha az çözünecek olsa, kana daha az oksijen karışacak ve hücreler yeterince oksijen alamayacaktır. Bu durumda insan gibi yüksek metabolizmalı canlıların yaşaması çok zorlaşacaktır. Böyle bir durumda ne kadar çok nefes alırsak alalım, havadaki oksijen hücrelere yeterince ulaşmadığı için, kademeli bir biçimde boğulma tehlikesi ile karşı karşıya kalırız.
Eğer oksijenin çözünürlüğü daha fazla olursa, bu kez az önce belirttiğimiz “oksidasyon zehirlenmesi” ortaya çıkar. Oksijen aslında çok tehlikeli bir gazdır ve normal sınırların üstünde alındığında canlılar için öldürücü bir etkiye sahiptir. Kanda oksijen oranı arttığında, bu oksijen su ile reaksiyona girerek son derece reaktif ve tahrip edici yan ürünler ortaya çıkarır. Vücutta, oksijenin bu etkisini gideren son derece kompleks enzim sistemleri vardır. Ama eğer oksijen oranı biraz daha fazlalaşsa, bu enzim sistemleri işe yaramayacak ve aldığımız her nefes vücudu biraz daha zehirleyerek bizi kısa sürede ölüme sürükleyecektir. Kimyacı Irwin Fridovich, bu konuda şöyle der:
Solunum yapan bütün organizmalar ilginç bir tuzağa yakalanmış durumdadırlar. Yaşamlarını destekleyen oksijen, aynı zamanda onlar için zehirleyici (toksik) özelliktedir ve bu tehlikeden sadece çok hassas bazı özel savunma mekanizmaları sayesinde korunurlar.
İşte bizi söz konusu tuzaktan, yani oksijenle zehirlenme ya da oksijensiz kalarak boğulma tehlikelerinden koruyan şey, oksijenin çözünürlük oranının ve vücuttaki karmaşık enzim sistemlerinin tam gerektiği biçimde belirlenmiş ve yaratılmış olmasıdır. Daha açık bir ifadeyle, Allah, soluduğumuz havayı da, bu havayı kullanmamızı sağlayan sistemlerimizi de kusursuz bir uyumla yaratmıştır.